Erdoğan gerçek seçim kampanyasını başlattı. Erdoğan’ın kampanyasının merkezinde propaganda mitinglerinde adaylarını tanıtmak, vaatlerini anlatmak gibi olağan seçmen kazanma çalışması bulunmuyor. Erdoğan seçimi kazanmak için öncelikle “ortam düzenlemesi” yapıyor. Karşısındaki güçler arasındaki ayrılıkları güçlendirecek, muhalefetin hareket alanlarını daraltacak, koşullandıracak, olası seçmen kitlesinin iktidarı kaybetme/nimetlerinden yararlanma endişelerini/beklentilerini şiddetlendirecek bir ortamı adım adım oluşturuyor.
Geçtiğimiz hafta içinde ilan ettiği “Fırat’ın Doğusu”nu Temizleme Harekatı da Fatih Portakal’a yönelik tuhaf saldırganlığı da Erdoğan’ın seçim kampanyasının bilinçli taktikleri.
Tabii ki her iki olayı da “bunlar seçim taktikleri canım, gelip geçici şeyler” diyerek hafife almamak gerek. Her ne amaçla yapılırsa yapılsın ve hangi elverişli ittifaklar kurulursa kurulsun “Fırat’ın Doğusu”nu SDG/PYD’den temizleme amacıyla yapılacak bir askeri harekatın, Türkiye’nin sınırları dışındaki askeri varlığını bir kaç kat artıracağı ve bunun sonuçlarının iktidarın hem ideolojisinde (militarizm ve ırkçılık), hem pratiğinde (faşizm) hem de kurumsal kompozisyonunda (kontrgerillanın rehabilitasyonu) kendini göstereceği açık. Fatih Portakal’ı hedef tahtasına koyan, işten attırmadan suikaste uğratmaya kadar sonuçlar üretebilecek bir dille yürüttüğü “muhalefeti linç tehdidiyle baskılama” kampanyası da ifade özgürlüğü açısından yeni bir darbe niteliğinde.
Bunlar, atılıp tutulanların gerçekleşmesi halinde ortaya çıkacak sonuçlar. Ama bu atıp tutmalar gerçekleşmese bile sonuç yaratıyorlar.
Örneğin Erdoğan Kürt sorununun demokratik muhalefetin zayıf yeri olduğunun farkında. “Fırat’ın Doğusu”nu Temizleme Harekatı’nın birkaç gün içinde başlayacağını ilan eder etmez Kılıçdaroğlu’nun atlayıp “devletimizin, ordumuzun arkasındayız” beyanatları vereceğini biliyor. Böylece HDP seçmeni ile CHP arasındaki açıyı genişletecek, Anadolu gericiliğini “Kürt savaşı” üzerinden arkasında toplayacak yeni bir gerilim sürecini başlatıyor. Harekat yapılsa da yapılmasa da, yapılır gibi yapılsa da, gündemde tutulduğu sürece HDP seçmeninin CHP ile arasındaki çeyrek yüzyıllık “soğukluk” iş görecek. Böylece yerel seçim süreci demokratik güçler arasındaki bir yakınlaşmanın, ortak bir direniş çizgisinin üretilmesine değil, ayrılıkların vurgulanmasına, çelişkilerin derinleşmesine hizmet edecek.
Fatih Portakal üzerinden “sokak muhalefetine yüklenmesi”nin ilk sıradaki nedeni Fransa’daki “Sarı Yelekliler” hareketinin Türkiye’ye yansımasından duyduğu korku olmayabilir. Türkiye’nin ekonomik bakımdan bir nevi “1980 öncesine döndüğü” (stagflasyona girdiği) elbette doğru ama henüz kriz toplumsal patlamalara yol açabilecek sonuçlarını üretmedi. Devrimci muhalefette Haziran İsyanı’nın geri çekilişiyle başlayan daralma ve içe kapanma eğilimi de sürüyor. Her seçimde olduğu gibi direksiyonu iyiden iyiye sağa kıran CHP’nin neoliberalizmin krizine karşı emekçileri yoksulları harekete geçiren bir talep hareketi yaratmaya kalkışması ihtimali de yok. Ama Erdoğan inatla Fatih Portakal’a söylemediğini söyletip (sokaklara inme çağrısı), oluşmayan bir karşılığı (“Gezi” benzeri bir halk isyanı) bastıracakmış gibi heyheylenmekte çok ısrarlı. “Camide bira içtiler” yalanına yeniden başvurduğuna bakılırsa lafı “Benim türbanlı bacımın üzerine işediler”e bile götürebilecek bir kendinden geçmişlik içinde. Bu bilinçli ve planlı bir saldırı dalgasının bir halkası. Çünkü hemen öncesinde Demirtaş’la ilgili AİHM kararının tanınmayıp Demirtaş ve Önder’e talimatla ceza verilmesi, Gezi davasını yeniden açma hamlesi vardı, arkasından da CHP’li vekillere yönelik 68 fezlekenin Meclis başkanlığına gönderilmesi geldi. Bu gemi azıya almış saldırganlık, iktidara karşı yürütülecek her türlü muhalefeti kriminalize ve terörize etmeyi hedefliyor.
Portakal’a yönelik linç kampanyası aynı zamanda ana akım medyanın fethi/teslim alınması siyasetinin son halkası da olabilir. Patronu ABD’nin iliştirilmiş medya patronu R. Murdoch olan FOX TV, Sputnik grubu gibi, Türkiye’deki basın-yayın piyasasının değil, uluslararası ilişkiler zeminin bir unsuru. Erdoğan’ın bu çıkışının ABD ile Fırat’ın Doğusu’na ilişkin yürüttüğü “alışverişle” bir bağının olması da ayrıca mümkündür.
Kısacası, ülkedeki olağanüstü hal atmosferi, 24 Haziran seçimlerinden sonra her geçen gün biraz daha yerleşikleşiyor. Erdoğan ülkeyi muhalefet için “yaşanmaz bir yer” haline getirmek, muhalefeti yıldırarak daraltmak, ülkede kendi sesinden başka sesin çıkmamasını sağlamak için debeleniyor. Siyasetini, egemen siyasetin onyıllardır oynadığı oyunun iki sırrına dayandırıyor: Birincisi Kürt sorununun demokratik muhalefeti bölme gücü, ikincisi anaakım medyanın ancak endüstriyel/büyük sermaye medyası olarak var olabileceği ve bu sayede iktidara biat etmeye zorlanabileceği gerçeği. Ama sırlar, öğrenildikleri zaman güçlerini kaybederler. Türkiye halkları da bu sırları yaşadıkları acı deneyimlerle öğreniyorlar. Bu bilgi diktatörlük için yıkıcı sonuçlar üretebilir. Diktatörlüğün yıkıcılığı karşısında “bölünme paranoyalarının” aşılabileceğini, kitle iletişimini basın endüstrisinin (ve dolayısıyla anaakım medyanın) tekelinden çıkarılabileceğini gösteren pratikleri çoğaltmamız gerek.