Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından sonunda “şehit” ilan edildi. Bu durumda Suudi rejimi ile savaş hali ortaya çıkmış olduğu düşünülebilir. Ama durum tam da öyle değil. Erdoğan, Kaşıkçı cinayetinden Prens Muhammed Bin Salman’ı sorumlu tutarken, baba Kral Salman’ı ayırıyor. Monarşi içi iktidar mücadelesi üzerine oynuyor. Yine de akıllara şu soru düşmeden olmuyor: Katilin de maktulün de hem Müslüman hem de aynı ülkenin yurttaşı olduğu bu vak’ada, Kaşıkçı hangi davanın şehidi? Bunun için elimizdeki şehidin hayat hikayesindeki dönüm noktalarını bilmek önemli.
Kaşıkçı, uzun yıllar Suudi kraliyet ailesi ile yakın durmuş bir diplomat/gazeteci. 1980’li yılların sonlarından itibaren Afganistan ve daha sonra Sudan’da faaliyet göstermiş. El Kaide lideri Usame Bin Ladin ile röportajlar yapmış olması dikkat çekici. Suudi yönetiminde liberal reformlar yapılması ve toplumun modernleşmesi gerektiğine inanan bir gazeteci. Kaşıkçı’nın Suudi rejimi ile bağları, 2011 Arap Baharı’ndan itibaren kopmaya başlıyor. Mısır’da Mursi önderliğinde kurulan Müslüman Kardeşler (İhvan) iktidarını savunurken, İhvan’ı siyasal rakibi olarak gören Suudi rejimi, Sisi darbesine zımni de olsa destek veriyor.
Suriye İç Savaşı’nda IŞİD’in özellikle Kürt direnişi karşısında gerilemeye başlamasından itibaren Suudi rejim İran’ın nüfuz alanının genişleme tehlikesi üzerine yoğunlaşıyor. Bu esnada Türkiye’de Erdoğan yönetimi ise İran ile yakın ticari ilişkiler içinde. Aynı dönemde ABD Başkanı Obama’nın da İran’la yumuşama yolunda önemli bir adım attığını hatırlayalım. Trump ise, İran yayılmacılığı tehlikesine karşı Suudi rejimi ve İsrail’in kaygılarını paylaşıyor. Yemen’deki iç savaşa Suudi müdahalesi bu koşullar altında tırmanıyor. Zaten Muhammed Bin Salman da aynı dönemde iktidara yükseliyor. İran’a daha ılımlı yaklaşımdan yana olan Katar, 2017’de Suudi rejimi ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından ticari ve askeri abluka altına alındığında, Türkiye, Katar’la ortak davranıyor. İşte bu süreçte, Kaşıkçı da Katar ve Türkiye doğrultusunda bir siyasal çizgide artık resmen bir Suudi rejim muhalifi olarak Washington Post’da yazmaya başlıyor. Sonrasını biliyoruz.
Buradan çıkarılacak sonuç, Erdoğan’ın Kaşıkçı’yı, Katar/Türkiye eksenli ve İhvan eğilimli bir siyasal davanın şehidi ilan etmiş olduğudur. Ya da şöyle söylenebilir: Ortadoğu’da bölgesel güçler arası mücadelede, İran-Suudi rekabeti ve bu rekabette İsrail’in Suudi çizgisine desteği yanına bir de İhvan/Katar/Türkiye bloku eklenmiş bulunmaktadır. Bu blok, asıl olarak Suudi Arabistan blokuyla çatışıyor görünse de İran’la da belli bir mesafeyi korumaktadır. Dış faktör olarak İsrail ile ve küresel güç olarak ABD ile çatışmamaya özen gösteren adımlar atmaktadır.
Şimdi gelelim ikinci meseleye… Erdoğan, Kaşıkçı’yı şehit ilan edişiyle eşzamanlı olarak Fırat’ın doğusunda PYD kontrolündeki bölgeye TSK’nin gireceğini de beyan etti. Böyle bir girişim ancak Afrin’de Ruslarla yapıldığı gibi ABD ile varılacak bir anlaşma sonucu mümkün olabilir. Bunun olup olmayacağını yakında göreceğiz. Ama şimdiye kadarki göstergeler ABD’nin DSG (ki Kürt öz-savunma güçleri YPG bu yapının omurgasını oluşturur) güçleri üzerine yapmış olduğu yatırımdan kolay vazgeçmeyeceği yönünde. Nitekim halihazırda Suriye’ye operasyon yerine, Irak Kürdistanı sınırları içindeki Şengal’e ve Mahmur’a yönelik Türkiye’den topçu atışı ya da hava harekatı yapıldığı gözlemleniyor.
Burada iki noktayı vurgulamak gerekiyor. Birincisi, Erdoğan önderliğindeki Türkiye rejiminin Kürt fobisinin, Ortadoğu siyaset sahasında müttefikleri olan İhvan hareketi ya da Katar tarafından paylaşılması beklenemez. Bu nedenle Türkiye böyle bir sınır-ötesi macerada bir kez daha yalnız kalma riski içindedir. İkincisi, Afrin konumu itibariyle Kürtlerin yoğun yaşadığı ama Fırat’ın doğusunda Türkiye sınırı boyunca uzanan Rojava coğrafyasından izole bir bölge idi. Rojava ise Kobani ve Cezire bölgeleri olarak bitişik ve çoğunluğu Kürt nüfusu olan geniş bir alan. Bu alana Türkiye’nin askeri müdahalesi kolay olmayacağı gibi kalıcı olması da mümkün görünmüyor.
Erdoğan önderliğinde Türkiye, yine yüksek riskli bir maceraya sürüklenmektedir. Bu maceranın ardında, yaklaşan seçimlerde yine ilkel şoven kitle ruhunun manipülasyonu yoluyla milliyetçi oyları toplamak; CHP’yi de “milli” beyanatlara zorlayarak Kürtlerle ittifakını engellemek gibi iç siyaset cambazlığı hesapları olduğu da alenidir. Burada yazılanlardan çıkan sonuç belli: Türkiye için akılcı bölgesel siyaset, Kürt fobisinden bir an önce kurtulup Suriye Kürtleri ile eşgüdümlü olarak geleceğin demokratik Suriye’sini oluşturma yolunda adımlar atma iradesini ve basiretini gerektirmektedir..