AİHM, geçtiğimiz günlerde HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın bireysel başvurusu hakkında bir karar verdi. Aslında verilen karar pek çok yanıyla eleştiriye muhtaç olmakla birlikte, Demirtaş’la ilgili yargılama ve tutukluluğun makul süreyi aştığı gerekçesiyle, AİHS’in 5. maddesi kapsamında “özgürlük ve güvenlik hakkı”nın ihlal edildiği tespitiyle tahliye edilmesi gerektiğine hükmediyordu. Yine, AİHS kapsamındaki hak ve özgürlüklerin hukuki olmayan gerekçelerle kısıtlanamayacağına dair Sözleşme’nin 18. maddesi kapsamında değerlendirme yapılarak, Demirtaş’ın tutukluluğunun siyasi saiklerle sona erdirilmediği ve 1 No’lu Protokol’un Ek 3. maddesi gereği siyasal özgürlükler bağlamında Demirtaş’ın seçilme hakkının ihlal edildiği de hükme bağlanmıştı ki bu yanıyla karar olumluydu.
Başsavcı ile görüşme
Herkesin bildiği gibi kararın açıklandığı gün, Erdoğan: “AİHM’in verdiği kararlar bizi bağlamaz, biz karşı hamlemizi yapar, işi bitiririz” dedi. Sonraki gün, daha da vahim olan açıklamalar yaparak, AİHM’i “terör-perestlik” ve “terörist-sevicilik”le, Demirtaş’ı da “terörist” olmakla suçladı. Bununla da yetinmedi, kararın açıklandığı günün akşamı Ankara C. Başsavcısı Yüksel Kocaman’ı Sarayı’na çağırarak talimatlarını bildirdi ve hiç de gizli saklı olmayan bu görüşmeyi Başsavcı aynı gece Facebook hesabından kamuoyuna duyurdu!
Bütün bunlar olurken, ne Selahattin Demirtaş’ın eskiden eş genel başkanı olduğu parti, ne de Demirtaş’ın avukatları verilmesi gereken tepkiyi gösteremedi. HDP, yalnızca genel merkez düzeyinde ve bazı yerellerde yaptığı yazılı veya sözlü basın açıklamalarıyla yetindi; kaygıları dile getiren ve hassasiyet yaratmayla sınırlı bir politika izledi. Asla protesto mahiyetinde güçlü, etkili bir tepki örgütlemedi, hesap sormadı. Tıpkı partinin eş başkanları, seçilmiş belediye başkanları ve devamında da binlerce Kürt siyasetçi gözaltına alınıp tutuklandığı zamanlardaki gibi… Şüphesiz ki yalnızca güçsüzlük veya yetmezlikle açıklanabilir bir durum değildir bu, siyasette öngörüsüzlük, devleti, rejimi tanımama ve her daim beklentiler içinde olma halinin bir tezahürüdür yaşananlar.
Suç duyurusu yapılmalıydı
Sonuçta, ne kurumsal düzeyde HDP, ne de Demirtaş’ın avukatları, yaptığı açıklamalarla T.C. Anayasası’na, yasalarına göre açıkça ‘suç’ işleyen Erdoğan hakkında suç duyurusu yapmadılar. En önemlisi de AİHM kararının açıklandığı gün Ankara’daki bütün hâkim ve savcıların temsiliyetini sağlayan Başsavcı’nın Saray’a çağrılmasının, ulu orta, pervasızca gerçekleştirilen bu görüşmenin görmezlikten gelinmesiydi. Nihayetinde, herhangi bir vatandaşın yargıya “telkin ve tavsiyede bulunması” değil; doğrudan devletin başı konumundaki kişi tarafından “yargıyı yönlendirme, emir ve talimat verme” suçu işlenmişti. Ayrıca yargıyı yönlendirme dışında siyasi faaliyeti ve düşünceyi açıklama özgürlüğünü engelleme suçları da işlenmişti ve Erdoğan’la ilgili yapılacak suç duyurusunun bugünkü yargı işleyişinde karşılığı ne olurdu sorusundan bağımsız olarak, bu teşhir yapılmalı ve karşı çıkış örgütlenmeliydi.
Açıklama ile yetinmek..
Demirtaş’ın avukatları AİHM kararının ardından, tutuklu olarak yargılandığı mahkemeden tahliye talebinde bulundular ve Sözleşmenin 46. maddesi gereği, Sözleşmeyi imzalamış ve kabul etmiş ülkelerin AİHM kararlarına uyma konusundaki yükümlülüklerine vurgu yaptılar. Bu arada da ortamı gerginleştirmemek adına beklentiler içeren, talepkar basın açıklamaları gerçekleştirdiler. Mahkeme, işi yokuşa sürerek önce kararın tercüme edilmiş örneğini bekledi, ardından Adalet Bakanlığı tercümeler gönderince de bu sefer kararın kesinleşmemiş olduğu gerekçesiyle tutukluluğun devamına hükmetti. Oysaki karar, ihlal tespiti yapıldığı andan itibaren derhal hüküm doğuran bir niteliğe sahipti ve kesinleşme şartı yalnızca zararların karşılanması amacıyla hükmedilen tazminatlar için gerekliydi.
Bu ret kararından sonra da HDP Eş Genel Başkanları ve Parti sözcüsü, tutukluluğun devamı yönündeki kararın “hukuki değil siyasi bir karar olduğunu” belirtmekle yetindiler. Bu kadar…
Sessizlik ve tepkisizlik
Anlaşılıyor ki genel olarak devlet, iktidar, hukuk, yargı ilişkisine bakışımızda bir sıkıntı, hatta sorun var. Yakın zamanda referandum öncesinde, tek başına Erdoğan’ın kararıyla emrivaki biçimde seçimlerin erkene alınmasına karşı çıkıp, bunun meşru olmadığını belirterek, siyaseten eleştirdikten sonra seçimlere hazırlanmak yerine, hemen “Biz hazırız hodri meydan” demek gibi… Daha da vahimi, 2015 Haziran seçimleri sonrasında, seçim sonuçlarını yok sayarak, aylarca koalisyon hükümeti bahanesiyle muhalefeti parmağında oynatarak IŞİD’çilere bombaları patlattırıp katliamlar yaparak Kasım seçimlerine hazırlanan siyasi iktidarın oluşturduğu “savaş hükümeti”ne bakan vermek gafletinde bulunmaktır ki o bakanlar en çok ihtiyaç duyulan zamanda Kürdistan’ın ilçelerine dahi giremediler. Yine Kobani’yle ilgili protestolar sırasında yaşamını yitiren Hüda-Par’lı Yasin Börü’yü bütün Türkiye tanımışken, asker, polis ve sivil faşistlerce katledilen ve halen sayısını dahi tam olarak bilemediğimiz -hep 50 civarı diye söylenen- insanların hesabı sorulamadı. Devlet de bu sessizliğe ve tepkisizliğe karşı sürekli biçimde Kobani olayları sırasında HDP MYK’nın yaptığı açıklamaları, Demirtaş dahil pek çok yöneticinin tutuklama kararına dayanak yaptı ve olaylardaki sorumluluğunu partiye yüklemeye çalıştı. HDP’nin buna karşı da ciddi bir tepkisi olmadı, aksine hep geri çekilerek savunmaya geçildi.
Beklenti yaratmak
15 Temmuz darbe girişimi sonrası, bütün siyasi partilerle birlikte ortak metne imza atılmasının ardından, siyasi iktidar tarafından Sur, Cizre, Nusaybin ve Roboski dâhil olmak üzere, o zamana kadarki tüm katliamların sorumlusunun -devletten bağımsız hareket etmişlercesine- FETÖ’cü generaller oldukları söylendiğinde de aynı koroya eşlik edenler oldu. Daha da kötüsü, Roboski aileleri başlangıçta kesinlikle katılmayacaklarını açıkladıkları halde, sonradan ikna edilerek, Başbakan olması nedeniyle esas sorumlu konumdaki Erdoğan’ın iftar yemeğine götürüldüler. Roboskili ailelerin davalarıyla ilgili olarak; AYM ve AİHM’in verdiği siyasi nitelikteki kararlar bir yana, bu davaları takip eden avukatların ağır hatalarına rağmen hiçbir sorun yokmuş gibi davranılması ve büyük sorumluluğu olan baro başkanının yeniden seçilmesi affedilmez bir durumdur.
Demirtaş’ın AİHM’deki davası, özgürlük ve güvenlik hakkının ihlali açısından olumlu bir kararla sonuçlandığında da Erdoğan’ın açık müdahaleleri ve kararın olumsuz yanları görmezlikten gelindi, beklentiler öne çıktı.
AİHM devlete alan bıraktı
Evet, karar bazı yönleriyle Türkiye açısından bir ilkti ve özellikle de 18. madde açısından yapılan ihlal tespiti yani tutukluluğun devamının siyasi niteliğine yönelik vurgu önemliydi, ancak AİHM kararında, “yasama dokunulmazlığı” ve “yasama sorumsuzluğu” kavramlarına değinilmiyor, hatta Demirtaş’ın milletvekilliği dokunulmazlığının kaldırılmasının hukuka aykırı olduğu yönündeki şikâyeti kabul edilemez bulunarak usulü bir tartışma dahi yapılmıyordu. Oysaki bu yönde bir ihlal tespiti yapılmış olsaydı Demirtaş’la ilgili olarak konuşmalarından ötürü verilmiş bulunan diğer mahkûmiyet kararı da hukuka aykırı sayılacak, hatta yalnızca Demirtaş değil; diğer milletvekilleri açısından da olumlu bir sonuç doğurabilecekti.
AİHM tarafından bu yönde bir ihlal kararı verilmiş olsaydı, devlete Demirtaş’la ilgili eski mahkûmiyet kararını kesinleştirerek onu içerde tutma biçiminde manevra alanı yaratılmayacaktı. Nitekim İstanbul 26. ACM tarafından verilen 4 yıl 8 aylık hapis cezasının aceleyle onanması için İstinaf Mahkemesi, olağandışı bir usulü yöntemle dosyanın öne alınmasını sağlamış ve bu yazının yazıldığı saatlerde Demirtaş hakkındaki cezayı onaylanmıştır. Böylelikle başlangıçtan itibaren siyasi iktidar eliyle yürütülen düşmanca kampanya amacına ulaşmış ve emireri konumundaki yargı kendisinden beklenen görevi gecikmeksizin ifa etmiştir.
Tutuklamayı meşru görmek
Yine AİHM bu kararda, Türkiye’deki hukuk sistemini, yargı işleyişini, tarafsızlık ve bağımsızlık olgusunu hiç tartışmıyor. Demirtaş’ın siyasal ifade özgürlüğünün ihlal edildiği yönündeki iddialarını ise kabul edilemez bulunuyor. Daha da kötüsü, Demirtaş’ın Sözleşme’nin 5/1 maddesi kapsamında makul suç şüphesi olmaksızın tutuklandığı yönündeki iddiasını esastan reddederek, son derece keyfi ve hukuka aykırı biçimde gerçekleşen tutuklama kararını meşru görüyor; “bir kısmı terör suçu olmak üzere çok sayıda suç işlediği, terör örgütü yöneticileriyle görüştüğü ve örgütün talimatları doğrultusunda hareket ettiğini” belirtiyor. AİHM’e göre tutuklamanın kendisi haklı olsa da makul süre aşılmasında hukuki dayanak gösterilmediği için Sözleşmenin 5/3 maddesi kapsamında ihlal kararı verilmiştir.
Sonuçta, AİHM’in niteliği de verilen kararın içeriği de ortada. AİHM hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması veya bazı durumlarda tümüyle ortadan kaldırılması tartışmasında “kamu düzeni” ve “kamu güvenliği” kavramlarını gerekçe göstererek devletlerin çıkarını esas alır; ancak devletler ihlallerinde aşırıya vardıklarında, kendilerine çekidüzen vermelerini ister. Bu davada da Sözleşmeci Devlet olarak Türkiye’ye Demirtaş’ı tutuklamakta haklısınız ama fazla uzattınız, artık bırakın demiş oldu ve yerel mahkeme de bu karara uymadı.
AK devletlerle uzlaşır
Şimdi AİHM kararına uyulmamasının sonuçları da yine abartılı biçimde tartışılıyor. Deniliyor ki bunun Türkiye açısından “ağır yaptırımları” olur; Avrupa Birliği süreci tehlikeye girer, hatta iş Avrupa Konseyi (AK)’nden çıkarılmaya kadar varabilir.
Oysaki AK, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa ülkeleri arasında siyasi ve ideolojik birliği sağlamak amacıyla kurulmuştur ve Türkiye de konseyin kurucu üyesidir. Ancak bugüne kadar hiçbir üye ülke, AK’nin kurucu metni sayılan AİHS’e veya AİHM kararlarına uymadığı gerekçesiyle konseyden atılmamıştır. AİHM kararların icrasından sorumlu organ Bakanlar Komitesi (BK) de bugüne kadar sayısız kere AİHM kararlarını uygulamayan Türkiye’ye yönelik olarak, Konsey’de söz ve oy hakkını kısıtlama biçiminde dahi herhangi bir yaptırım uygulamamıştır.
Türkiye, temel hak ve özgürlükleri sınırlandırma, yok etme konusunda biraz ileri gittiğinde -15 Temmuz sonrası OHAL sürecinde olduğu gibi- AK biraz uyarır, belki biraz da kınama yapar, ama asla ilişkileri tümüyle koparmaz. Türkiye’nin Avrupa’ya olduğu kadar Avrupa’nın da Türkiye’ye ihtiyacı var ve bugünün dünyasında ne Avrupa’nın ne de Amerika’nın Türkiye’ye tavır almaya niyeti yok, onlar bir süre daha Erdoğan’la idare etmeyi düşünüyorlar. Dolayısıyla, Türkiye Demirtaş kararını uygulamasa da ne Birleşmiş Milletler (BM) ne de AK nezdinde ciddi bir sorun yaşamayacaktır.
Toplumsal mücadele ile çıkılır
Nitekim geçtiğimiz hafta Türkiye’ye gelen BM İşkence Özel Raportörü Nils Melzer, binlerce insanın gözaltına alınarak tutuklandığı, işkenceden geçirildiği, işsiz bırakılarak açlığa mahkum edildiği kısacası ağır maddi ve manevi şiddet uygulamalarına maruz kaldığı OHAL dönemi için “Olur böyle şeyler” demekle kalmayıp Türkiye’yi tebrik etti.
Dolayısıyla, yıllardır T.C. ile AİHM arasında yürütülen görüşmelerle AİHM; binlerce dosyanın yükünden kurtulmak, Türkiye ise daha az tazminatla dosyaları kapatmak derdine düşmüşken ve gayet güzel anlaşıyorlarken, Demirtaş kararı uygulanmadığı için kıyametler kopmaz. Son dönemde AİHM’in Roboski dosyasını esastan reddeden kararı ile Cizre’de tedbir kararı almayarak göz göre göre ölümlere neden olması gibi vahamet içeren kararları da düşünüldüğünde, AİHM, AK, BK, BM gibi kurumlardan belirleyici destekler beklenemeyeceğini, bu kurumların Türkiye’yi zora sokmayacaklarını ve her zaman olduğu gibi devletlerarası çıkar ilişkilerinin üstün geleceğini biliyoruz. Bu nedenle, esas olanın toplumsal bilinçliliği ve mücadeleyi yükseltmek olduğunu ifade etmek muhalefetin temel görevi olmaya devam ediyor.