Fırat’ın batısında Halep merkezli yeni bir savaş başladı. Suriye sahasının istikrarsızlaştırılması üçüncü dünya savaşını tırmandırabilecek potansiyele sahip olmasına rağmen bu risk Halep savaşıyla göze alınmış gibi görünüyor. Fırat’ın batısında açılan yeni cephenin temel hedeflerinden biri Ukrayna ve İsrail-Filistin-Lübnan savaşları ile yıpratılan Rusya ve İran’ın savaş potansiyelini test etmek olabilir. Batı kanadı uzun süreden beri iki ülkeyi yükseldikleri zeminler üzerinden zayıflatmaya çalışıyor. Rusya ve İran’ın 2015’ten sonra bölgesel ve küresel siyasette elde ettikleri üstünlüğün adım adım geri alınması hedefleniyor. Bu plan 2020’de İranlı general Kasım Süleymani’nin öldürülmesi ile başladı, İsrail-Filistin-Lübnan savaşıyla mesafe kat etti, Halep savaşıyla da başka bir aşamaya geçecek gibi görünüyor.
Cihadist çizgi yukarıda dikkat çektiğimiz nedenlerin yanı sıra farklı motivasyonlarla yeni savaş teknolojilerini de kullanarak
Suriye’de tüm kozlarını sahaya sürüyor. Gidişat Esad düşmese bile Fırat’ın batısında cihatçıların kontrolünde “operasyonel bir bölge” kurulabileceğine işaret ediyor.
Türkiye’nin Suriye savaşında kaybeden aktörlerden biri olması hasebiyle Suriye’de daha fazla hata yapmak ve telafisi mümkün olmayan risklerle karşı karşıya kalmak istemiyor. Her defasında Suriye’nin toprak bütünlüğünden yana olduğunu söylese de Suriye’nin baskılanacağı, özerk Kürt yönetiminin rahatsız edileceği ve Akdeniz’e açılan bir plana Türkiye’nin mesafeli durması mümkün görünmüyor. Bu nedenle iç ve dış krizlerin derinleşme riskini hesaba katarak yeni plana utangaç bir şekilde destek verdiğini gizleyemiyor. Fakat Türkiye yeni savaşa ne kadar mesafeli dursa da dünya kamuoyunda cihadist ve Kürt düşmanı olarak etiketlenmekten kurtulamıyor.
Çözümsüzlüğün riskleri
Kürt meselesinde çözümsüzlüğün yaydığı riskler yerel, bölgesel ve küresel olaylardan etkilenerek aniden yükselebilmektedir. İsrail-Filistin-Lübnan savaşıyla birlikte Suriye savaşının tırmanması bu riskleri yeniden harekete geçirmiştir. Bölgenin yeniden alevlendiği bir eşikte Ankara merkezli yüz yıllık Kürt krizi bir kez daha öngörülemeyen değişimlere gebe. Doğru yönetilemeyen bu tarihsel kriz yeni senaryolarla birlikte Türkiye’yi yeniden mezhepçi ve milliyetçi kliklere itiyor, Kürtlerle barış şansını askıya almaya zorluyor. Bu bağlamda Bahçeli’nin 1 Ekim hamlesi, kısmen Kürt meselesini çözümsüzlüğünden yayılan riskleri gören bir yerden hareket etse de “kayyım atamaları ve Halep savaşıyla” birlikte düşünüldüğünde mesafe kat etmesi giderek zorlaşacaktır.
Kayım atamaları ve Suriye savaşının yeniden alevlenmesi daha başlamadan akamete uğrayan bir süreçle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Hatırlanacağı üzere Kürt meselesinin çözümüne yönelik yürütülen diğer tüm süreçler bir şekilde baltalanmıştı. Oslo sürecine KCK operasyonları ile içerden müdahale edilmiş; çözüm süreci ise dışarda Suriye savaşının Kürtleri de içine alacak şekilde derinleşmesi sonucunda akamete uğramıştı.Yine bir deja vu yaşıyoruz gibi. İçerde kayyımlarla, dışarda Rojava Kürtlerinin yeniden kırım kıskacına alınmasıyla 1 Ekim hamlesi de yönetilemeyen ve yeniden başa dönülen diğer süreçlerin akıbetini yaşayabilir.
Kürtlerin zamanına cesaretle yaklaşmak
Kürt meselesi, Kürt direnişlerinin tarihi olduğu kadar, bu sorunların aşılmasını isteyenler ile derinleşmesini isteyenler arasındaki çelişkilerin de tarihidir. Bu çelişkilerin merkezi Ankara’dır. Kürt meselesinin bölgesel ve küresel bir krize dönüşmesinde ve maliyetlerin yükselmesinde Ankara’nın payı belirleyicidir.
Ankara uzun süreden beri, cihadistlerin Suriye savaşıyla birikte Kürtlere barbarca saldırıları sırasında yaşanan insanlık dramına önce seyirci kalarak, cihadistler püskürtülünce de kendisi sahaya inerek Suriye Kürtlerinin kendi kaderlerini tayin hakkını beka sorunu olarak gören bir stratejik hat izliyor. Suriye’de devreye konulan yeni senaryolar bu stratejiden bağımsız düşünülemez.
Suriye Kürtleri Ankara nazarında kayıt dışı sayılıyor. Meseleye Kürtleri Suriye’de kurulan tüm oyunlardan dışlayan bir akıl üzerinden bakıldığı için Kürtlerin varlığı ve bu varlığı korumak için ödedikleri bedel görülmüyor. Devlet inisiyatifi, Suriye Kürtleri için “Işid barbarlığı veya Baas tiranlığı” dışında başka ne öneriyor? Gezegenimizin herhangi bir yerinde burnu kanayan bir Türk için kıyametler koparılırken, Kürtler kendi kardeşleri ile ilgili yaşam hakkını savunduğunda bir anda “bölücü, terörist, fitneci, emperyalizm uşağı” ilan edilebiliyor. Türkiye NATO kurulduğundan beri ABD ve batı emperyalizminin Ortadoğu kalesi olmasına rağmen bir şey olmuyor, ama Kürtler bütün dünyanın gözü önünde bir yığın barbarın saldırısına maruz kaldığında direnmekten başka seçeneği kalmadığı için kendini savunup ayakta kaldığında ve bunun için uluslararası toplumdan büyük teveccüh ve dayanışma gördüğünde “Biden’in çocukları, ABD uşağı, emperyalizmin kuyrukçusu” oluyor. Kendi yurttaşı olan Kürtlerin yaşadığı il, ilçe ve beldelerde üç dönem boyunca seçme-seçilme hakkını askıya alarak; diğer taraftan başka bir ülkenin, başka bir hukukun içinde yaşayan Kürtleri düşman ilan edip onlara köle yaşamını layık görerek ne Kürtlerin kardeşi, ne de müttefiki ne de hamisi olunabilir.
Türkiye Kürt barışını Suriye kaosuna kurban eden politikasından vazgeçmeli. Suriye savaşında daha fazla risk alarak değil Kürtlerle gerçek ve onurlu bir barışı sağlayarak yüklerini hafifletebilir. Bunun dışında kalan tüm yollar maceradan öteye gidemez. Zira her an son cihadist kaleler yerle bir olabilir. Bölge ve dünya siyaseti dinsel-mezhepsel savaşlardan başka savaşlara geçiş yapmaya hazırlanıyor. Yeni oyunlar oynanıyor, kartlar yeniden karılıyor. Bu konjonktürde Türkiye kendi Kürt meselesini çözmeye motive olmalı. Kendi Kürtleriyle hazırlayacağı onurlu barış mutabakatı, bölgede yaşayan tüm Kürtler için barışın anayasası gibi kabul görecektir. Kendi barışını tamamlayan bir Türkiye’nin karşılaşabileceği olası tehlikeler karşısında en sağlam bariyer yine Kürtler olacaktır.
Sonuç itibariyle, jeopolitik olarak genişleyen Kürt meselesinin artık çoklu dinamikleri var. Özellikle Suriye’de bu dinamiklerin ne yapabileceğini şu an kestiremiyoruz. Net bir gerçek varsa o da Kürtlerin hiçbir çatı altında zulmü, talanı, sömürüyü, erkek egemen kırımı kabul etmeyeceği ve buna ortak olamayacağı gerçeğidir. Hem Kürtlerin kendisi hem Kürt meselesinin tüm dinamikleri üçüncü yolun savaşı ve barışıyla karşı karşıya. Ya daha çok savaşa, kana, sömürüye ve gericiliğe bulaşarak daha çok kirlenmek; ya da eşit, özgür ve barışçıl bir coğrafyada toplumdan, kadından, doğadan yana onurlu bir yaşamın kurucusu olmak.