Üstüne bir de yıkılan Sur’un yarattığı tahribat binmiş zaten. Eşbaşkan Doğan Hatun, Google haritalardan ‘Toledo’ bölgesini gösteriyor önce, sonra cezaevini, sonra sanayi bölgesini, hangisinin hangisi olduğunu anlamak zor
M.Ender Öndeş
Böyle zamanlarda benim ‘Norveç’te gazetecilik yapma’ fantezim yeniden depreşiyor. Tuhaf bir ülkede, dahası tuhaf bir coğrafyada yaşıyoruz. Yani düşünün, bir belediye “gelin projelerimizi anlatalım” diye sizi çağırıyor ve siz gece yatmadan önce o belediyenin ‘halen yerinde olup olmadığını’ anlamak için sosyal medyaya, haber sitelerine bakıyorsunuz. Yetmiyor, sabah uçağa binmeden önce de aynı şeyi yapıyorsunuz. Malum, bu tür işler sabaha karşı filan yapılıyor genelde. Toplantılar arasında Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Serra Bucak’a soruyorum bu gerginlikle nasıl başa çıktıklarını; “alıştık artık” diyor, “beş yıllık planlar projeler yapıyoruz bir yandan, bir yandan da yarın sabah neye uyanacağımızı bilmiyoruz. Böyle yaşıyoruz biz.”
Bir dizi başka gazeteci arkadaşla birlikte DBB’nin davetlisi olarak Amed’e indiğimizde Halep’te olup bitenlerin de gölgesi altında başlıyor günümüz. Artık Türkiye’de hiçbir şey ‘yerel’ değil; hiçbir şey kendi lokal çerçevesinde ele alınamıyor ve her gazeteci arkadaş boydan boya savaş bataklığında debelenen bir coğrafyada aynı zamanda yurttaş olarak da olup bitenlerden kopamıyor. Eşbaşkanların düzenlediği basın toplantısında uzun uzun kayyımların tahribatı ve bu tahribatı gidermek için yapılan planlar anlatılırken bir yandan da herkes göz ucuyla cep telefonlarından bölgede olup biten durumu izliyor. Toplantı belediyeyle ilgili ama sorulara da ister istemez Bahçeli’nin çıkışından Ortadoğu’nun karışıklığına kadar bir sürü şey sızıyor. Bu arada günün kayyım piyangosunun Bahçesaray’a vurduğunu da öğreniyoruz. Yılın altı ayında kar altında olan Bahçesaray’da büyük bir tehlike keşfedilmiş olmalı diye düşünüyoruz. Kimse hukuk filan aramıyor. Mantık zaten ufukta görünmüyor.
Kayyımlık halleri malum. Ta Selçuk Mızraklı’nın belediyedeki lüksü sergilediği zamanları hatırlıyoruz. 8 yılda 3 kayyım geçmiş Amed’den ve tabii ki borç dağlar gibi. Yolsuzluğun, dalavereli ihlalelerin, itfaiyecilerin kıyafetlerine kadar inen yolsuz alımların bini bir para. Bir de seçim yaklaşırken mülk satma ve devretme huyları var kayyımların. Geçtiğimiz yıllarda Musa Anter töreni için geldiğim Cegerxwîn Kültür Merkezi artık belediyenin değil mesela; başka il ve ilçelerde de Emniyet Müdürlüklerine, Milli Eğitim Bakanlığı’na, vb. devredilen bir dizi belediye mülkü hep bu durumda. Kayyım marifetlerini anlamak için ‘arkeolojik kazı’ yapar gibi belgeleri elden geçirdiklerini anlatıyor eşbaşkanlar ve bulduklarının da gerçeğin onda biri olduğunu ekliyorlar.
Şu anda belediyenin en ciddi sorunu olan çalışanlarla ilgili olarak da yapılanlar aynı çerçevede. Kayyımlar, kendi zamanlarında belediyeye doldurdukları çalışanlara memuriyet yolunu açıyorlar ve bu durum, DEM’li belediyelerin o unsurlarla çalışmasını zorunlu hale getiriyor. Özellikle bürokratlar açısından düşünüldüğünde bu, (ki gönderilirlerse mahkemeyle geri dönüyorlar) yeni belediyecilik anlayışının önünü tıkayan bir şey. Üstüne yolsuzluklar, hortumlar bindiğinde durum iyice kötüleşiyor. Kayyımlar gelince AKP kesenin ağzını açar şehirler mamur olur varsayımı da çökmüş durumda artık. Hırsızlık öyle bir düzeyde ki dünyanın servetini aktarsan kayyım düzeninin dipsiz kuyularında kaybolup gidiyor.
Amed zaten tümüyle halkçı bir belediye için bile yeterince sorunlu bir kent. Her geldiğimde yeni bir şehirle karşılaşıyorum ve şehrin genişlemesine, dikeyleşmesine yeniden şaşırıyorum. Türkiye’deki en geniş caddelerine de sahip olduğu halde bir ucundan öbür ucuna iki saatte gidilebilen bir hale gelmiş ve kentin bir bölümü tümüyle sitelerden ibaret artık. Nüfus artıyor tabii bunu anlayabiliyorum. Geçen 10 Kasım’da Atatürk methiyeleriyle ünlü Orhan Seyfi Orhon’un ilkokulda bize ezberlettirilen bir şiirini hatırladım. 1938 10 Kasım’ında yazmış adam şiiri ve bir bölümü şöyle: “Gidiyor, bir daha rastlanmaz eşine / Gidiyor, 17 milyonu takmış peşine!” 17 milyondan söz ediyor, düşünün, şimdiki İstanbul nüfusu kadar bi’şey. Muhtemelen Amed de o günlerde 100 bini filan geçmiyordur. Öyle bir rahatlık! Ama artık başka bir Türkiye, başka bir Amed var. Üst üste göç dalgalarıyla şimdi olmuş neredeyse 2 milyon. Bu durumda şehrin otantik yapısının değişmeden kalmasını beklemek gerçekçi değil elbette, bunu anlarım ama bu kadar beton/asfalt bir şehri kabul etmek de doğru değil. Bu açıdan kayyımsız bir 5 yıl, belki DEM belediyeciliği için de gerçek bir sınav olacak. Ama gel gör ki daha sınavın ilk dakikalarında biri içeri girip ‘paydos’ diyor ve iyi bir şeye başlansa bile yeniden sıfır noktasına dönülüyor. Dönülmese, belki bu belediyecilik biçiminin doğruluğu üzerine tartışıp belki eleştireceğiz, daha iyinin yolu açılacak böylece ama bu da mümkün olmuyor.
Üstüne bir de yıkılan Sur’un yarattığı tahribat binmiş zaten. Eşbaşkan Doğan Hatun, Google haritalardan ‘Toledo’ bölgesini gösteriyor önce, sonra cezaevini, sonra sanayi bölgesini, hangisinin hangisi olduğunu anlamak zor. Birkaç seferdir Amed’e geldiğimde Sur’un yıkılan bölgesindeki o abuk sabuk yapıları görmemek için olağanüstü çaba gösteriyordum. 70’lerde de kentte bulunmuş biri olarak benim için çok acı veren bir şey bu. Bu defa ‘İç Kale’den çıkıp ilerleyince mecburen giriyoruz ‘Küçük Enişte’nin ‘Toledo’ dediği yerlere. Dehşet verici! Belleğim bana hiç yardımcı olmuyor. Durup çevreme bakıyorum arada ve nerede olduğum konusunda hiçbir fikir edinemiyorum.
İşte bu yüzden Amed’de yerel olan şey yerel kalamıyor. İşte bu yüzden Ulu Cami önünde selam verdiğin bir amca, sana asfalttan kanalizasyondan değil, Bahçeli’den Halep’ten söz ediyor, yüksek politik konulardan mahallenin yoluna çöpüne bir türlü gelemiyor. Çünkü bugün, şu anda yaşadıkları geçmişte ve gelecekte başka bir şeye tekabül ediyor. “Herkes kendi kapısının önünü…” diye başlayan tekerleme bir işe yaramıyor.
Sur’u mahveden kafayla, Halep kalesine bayrak asan ucube çeteler arasında bir ilişki var çünkü ve görmek isteyen görüyor o ilişkiyi. Evet, Kürt siyasal hareketinin 40 yıllık bir tecrübesi var ama yine de insanlar “kabak yine bizim başımıza mı patlayacak” diye bir ruh sıkıntısıyla izliyor bölgede olup bitenleri.
Tuhaf bir ülke, tuhaf bir coğrafya ve tuhaf zamanlar… Bırakın gazeteciliği, siz isterseniz kuş türleri üzerine araştırma için gelin Amed’e, fark etmiyor. Politik ortam yerelleşmiyor hiçbir zaman.
Malum ‘Toledo’ bölgesinden geçerken bize rehberlik eden arkadaş yapıların aslında betonarme olduğunu, duvardaki ‘bazalt’ görüntüsünün ise kaplama olduğunu anlatıyor ya, aslında bir siyasi rejim tanımı da yapmış oluyor bilmeden. Yüz yıldır değişmeyen bir zihniyetle betonun üzerini başka bir şeyle kaplamak sadece bir müteahhit sahtekârlığı değil, aynı zamanda bir yönetim biçimi çünkü. İşler her zaman böyle yürüyor ve en ufak bir sarsıntıda kaplamalar dökülünce de altından Kürdün çok iyi tanıdığı şey çıkıyor: Beton!
Kötü haber şu: Beton da çürük!
Normal zamanlarda durumu idare ediyor belki ama üstüne aşırı yük bindiğinde çatırdıyor!