Meclis yeni yasama yılına başlarken “AKP iktidarının hiçbir yasama yılına toplumsal meşruiyetini böylesine kaybetmiş olarak girmediğini” bu köşede belirtmiştik. Bu yargıya varmamızda 31 Mart seçimlerinde uğranan seçim hezimetinin önemli payı vardı elbette. Ancak toplumun geniş kesimlerini görülmemiş bir hızla yoksullaştıran ve OVP (Orta Vadeli Program) ile somutlaşan ekonomik programın önümüzdeki dönem uygulanmasına yönelik ısrarın, iktidarın politikalarıyla toplumun genel yararı arasındaki açıyı büyütecek olması da meşruiyet krizinin derinleşmesini kaçınılmaz hale getiriyordu. Sadece ekonomik nedenler değil, her alandaki hukuk tanımaz uygulamalar ve artan baskılar da bunlara eklenince; sadece siyasi iktidara değil, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen otokratik rejime ve daha önemlisi tüm kurumlarıyla birlikte devlete olan güven sarsılıyordu. Öte yandan Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler karşısında yıllardır uygulanan politikaların çıkmaza girmesi de AKP/Saray iktidarına olan güvensizliğin bir toplumsal meşruiyet krizine dönüşmesini kaçınılmaz hale getiriyordu.
Meşruiyet krizini aşmak için siyasi iktidarın önünde iki seçenek vardı. Birinci seçenek, uyguladığı politikalarla toplumun genel çıkarları arasındaki açıyı daraltarak güveni yeniden tesis edecek adımlar atmak; diğer seçenek ise muhalefetin ve toplumun üzerindeki baskıları daha da arttırarak otoriter rejimi olabildiğince mutlaklaştırmaktı.
AKP/Saray iktidarı için birinci seçeneği uygulamak son derece zordu. Her şeyden önce, AKP’nin 22 yıldır sadakatle uyguladığı -bugün Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in adıyla anılan- neoliberal politikalardan ödün vermesi mümkün değildi. Zira 2002’de ilk kez iktidara gelmesini ve 22 yıldır iktidarda kalmasını sağlayan bu politikalardı ve bundan ödün vermesi, uluslararası kapitalizmin ve sermayenin AKP’den desteğini çekmesi anlamına gelecekti. Oysa sermaye çevrelerinin güveni ve desteği, AKP için toplumun güveninden her zaman daha önemli olmuştu!
Yarattığı sosyal tahribat son derece ağır olmasına rağmen ekonomik programdan vazgeçilemeyeceğine göre, geriye otoriterlikten ödün vererek demokrasinin önünü açacak bir takım adımların atılması kalıyordu. Ancak emek sömürüsüne, doğa ve kent talanına dayanan neoliberal politikaların uygulanabilmesi için otoriter rejimden taviz vermek mümkün değildi. Tarihte birçok örneği olduğu gibi (II. Meşrutiyet’in ilanı (1908), sınıf esasına dayalı cemiyet kurma yasağının kaldırılması (1946), sosyal hukuk devleti olma hükmünü içeren 1961 Anayasası’nın kabulü, 12 Mart darbesinin hükümsüz kılındığı 1974 seçimleri, 12 Eylül darbesinde getirilen siyasi yasakların kaldırıldığı 1987 referandumu vb) özgürlüklerin önü ne zaman açılsa yıllar boyunca kaybedilen hakların geri kazanılması için işçi hareketi canlanıyor, toplumsal mücadeleler yükseliyordu. Dolayısıyla uluslararası kapitalist kuruluşların (DB, IMF, AB vb) ve sermayenin beklentilerini karşılamak için otokratik rejim de her koşulda sürmeliydi.
AKP/Saray iktidarına kalsa hiç şüphesiz ikinci seçeneği yani muhalefetin ve toplumun üzerindeki baskıları daha da arttırarak otoriter rejimi mutlaklaştırmayı tercih ederdi. Ne var ki, İsrail’in Ortadoğu’da belirleyici rolünün artması ve Trump’ın ABD başkanlığına seçilme olasılığının güçlenmesi (ve daha sonra başkan seçilmesi) gibi gelişmeler, siyasi iktidarı Kürt sorununun çözümü konusunda adım atmaya zorladı.
1 Ekim’de Meclis açılışında Bahçeli’nin DEM Partilerle tokalaşarak -iktidar ortağı olarak- ilk adımı atması, bu zorunluluğun gereğiydi. Abdullah Öcalan’ı Meclis’e davetiyle Bahçeli bu adımlarını sürdürdü. Geçtiğimiz günlerde Ufuk Uras’ın Bahçeli’yle yaptığı görüşmeden aktarıldığına göre bu adımların önümüzdeki süreçte de devam edeceği beklenebilir. Ancak siyasi varlığını halkların birbirine düşmanlaştırılması üzerine kuran bir siyasetin temsilcisi olarak, böyle bir adımı atmanın Bahçeli için kolay olmadığını da unutmamak gerekir. Öte yandan 2012-2015 yılları arasında toplumsal barışın sağlanması için umut veren ama 7 Haziran seçimlerinde iktidarını kaybetmemek uğruna barış umutlarıyla birlikte halkın kendisine olan güvenini de berhava eden Erdoğan için de “barıştan söz etmek, bunun için gereken güveni yeniden sağlamak” son derece zordur.
İktidar cephesi, çözüm için zorunlu olduğu adımları atmak ile iktidarının bekâsı olarak gördüğü otoriter rejimin baskıcı politikalarını uygulamak arasında ikilemde kalmış; bir taraftan çözümden söz ederken diğer taraftan kayyum siyasetini, tecridi ve sınır ötesi operasyonları sürdürme yoluna gitmektedir. Bunun yanı sıra emekçileri sömüren, yoksullaştıran politikalar ile bu politikalara karşı direnenlere yönelik baskılarını da devam ettirmektedir.
Hal böyle olunca demokrasiden, özgürlüklerden, insan haklarından, hukuktan, adaletten söz edilemeyen bir ortamda toplumsal barışı sağlayacak bir çözümün inandırıcılığı da kalmamaktadır.
AKP/Saray iktidarı otoriter bir yönetim anlayışıyla meşruiyetini ve aynı zamanda da varlığını sürdüremeyecek bir noktaya gelmiştir. Demokratikleşme konusunda somut hiçbir adım atmadan “lafla peynir gemisi yürütmek” mümkün değildir. Demokratikleşme için somut adımlar atılması ve bu adımların toplumun tüm kesimlerini kapsaması gerekir. Sadece Kürt sorunun çözümüyle sınırlı bir özgürleşme sahici ve kalıcı olamaz; sömürülen, ayrımcılığa uğrayan, ezilen tüm kesimlerin özgürlüğü önündeki engellerin de kaldırılması gerekir. Ancak sadece siyasi iktidarın “mecburiyetten” atacağı adımlarla tüm bunların gerçekleşmesini beklemek büyük yanılgı olur; emekçilerin, ötekileştirilenlerin, ezilenlerin mücadelesi her alanda büyütülmeli ve ortaklaşmalıdır!