Türkiye, Cumhuriyet öncesi dahil olmak üzere yüz yıldan daha uzun süreye yayılan Kürt meselesinde çözüm/çözümsüzlük ikileminde yeniden zorlu bir kavşakta ve ne yöne hangi adımı atacağına karar verme sorunu ile karşı karşıya.
Cumhuriyetin kurucu asker-bürokrat kadroları, Anadolu topraklarında Müslüman Türk ve Kürt nüfusa dayalı milli-müdafaa cemiyetleri kurup, Kongreler ve 1920 Millet Meclisi’ni toplayarak bir varlık savaşı yürüttü ve kurulan yeni devletin adı Cumhuriyet oldu. Ancak, İlk Meclis ve 1921 Anayasasıyla Kürt nüfus için vadedilen “muhtariyet” sözü rafa kaldırıldı. 1921 Koçgiri’den başlayarak tarihçilerin isyan yahut tedip/tenkil/ bastırma harekatları olarak tanımladığı Şeyh Sait, Ağrı, Zilan, Dersim ve diğerleri peş peşe geldi. 1924 Anayasası ve devamında tekçi yaklaşım kurumlaştı…
Orgeneral Muğlalı olayı, sınır kaçakçılığı yapan 33 yoksul Kürt köylüsünün bir şafak vakti sorgusuz sualsiz kurşuna dizilmesi… 12 Eylül askeri darbesi ve zulmün zirvesi cezaevleri, Diyarbakır cezaevinde gerçekleşen katmerli işkenceler tarihin sayfalarında yer edindi.
1987’den itibaren Kürt nüfusun yoğunlukta olduğu bölge illerinde OHAL ilan edildi. Köy yakmalar, zorla köy boşaltmalar, faili meçhul cinayetler, işkenceler, uzun gözaltılar, çifte hukuk bölgenin gerçeği haline geldi. Bir yandan koruculuk, JİTEM, vb. özel yöntemlerle, bir yandan sınır ötesi nizami askeri operasyonlarla onbinlerce asker-sivil- örgüt üyesi genç insanın kaybına yol açan, ağır yükler bırakan bir çatışma süreci var.
Sonra doğuya, batıya, kuzeye, güneye, hepsi de yoksul evlere giden cenazeler süreci yaşandı. Kentlerin kenar mahallelerinde biriken Kürt yoksullarının işsizlikle, derin yoksullukla, inşaatlarda-madenlerde-tersanelerde en ağır koşullarda can pahası sömürü koşullarıyla karşı karşıya kalması…
Savaşa, silaha ayrılan bütçe nedeniyle tüm ülkenin yoksullaşması, eğitim ve sağlık hizmetlerinin eksilmesi, niteliksizleşmesi, özgürlüklerin azaltılması… Sürekli çatışmanın yarattığı kırılmalar, tüm toplumun travmatize olması.
“Oslo süreci” olarak adlandırılan gayrı resmi görüşmeler. 2013’te başlayan ve 2015 Dolmabahçe Mutabakatı ile zirvesine ulaşan “çözüm süreci”nin bitirilmesi ve devamında gelen sokağa çıkma yasakları, yasaklı bölgeler ve Cizre, Sur, vb. kent merkezlerinde gerçekleştirilen, Diyarbakır baro başkanı dahil, yüzlerce insanın ölümüne, kentlerin yıkımına neden olan operasyonlar, çatışmalar…
2015 Haziran seçim sonuçlarının kabul edilmeyip ülkenin tekrar seçime götürülmesi, Suruç, 10 Ekim Ankara ve diğer IŞİD katliamları… Anayasaya aykırı bir Anayasa değişikliği ile HDP’li vekillerin dokunulmazlığının topluca kaldırılması, ardından “Fetullahçı darbe girişimi”nin oluşturduğu puslu ortamda Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ, Gültan Kışanak ve çok sayıda seçilmiş Kürt siyasetçisinin gözaltına alınıp, sadece yasal siyasi çalışmaları nedeniyle mahkum edilmesi, yıllarca hapiste tutulması. Yeni OHAL KHK’larıyla, akademide, kamuda yeni kıyımlar, Kürt yayıncılığı ve sol-sosyalist basına yönelik kapatma ve el koymalar, Kayyım idareleriyle yerel yönetimlerin fiilen tasfiyesi…
Ve bir tür sürekli darbe hali…
Bir bölümüne değinilen olgular, Kürt sorunu etrafında oluşan tarihi gerçeklerdir. Bugün de Hakkari’den sonra Esenyurt, Mardin, Batman ve Halfeti belediyelerine kayyım atanması aynı sorunla ilişkilidir.
Şimdi yeniden adı konulmamış, içeriği ve hatta var olup olmadığı bilinmeyen bir “süreç” tartışması yürüyor. Devlet Bahçeli’nin beklenmeyen çıkışı ile Türkiye gündemi hiç olmadığı kadar sarsıldı. Erdoğan bu çıkıştan haberli mi, Cumhur İttifakı’nda çatlak var mı? Bu çıkış, Cumhur İttifakı iktidarının ömrünü uzatmaya, Erdoğan’ın yeniden seçilmesini garanti etmeye yönelik bir siyasi hamle mi? ABD seçimleri, İsrail saldırganlığı ve Ortadoğu’da sınırların yeniden belirlenmesi ihtimalleri karşısında harekete geçen “devlet aklının” Türkiye’nin bekasını gözeterek yürüttüğü bir siyasi süreç mi? “Herkes bilmece çözmeye, kudretlilerden gelen işaretleri, sembolleri” yorumlamaya çalışıyor. Demokratik kulvarda yer alan siyasi partiler ve kişilikler tüm bu karmaşık sorunlar nedeniyle söz ve tavır belirlemekte kararsız kalıyor.
Bahçeli çözüm adresi olarak “Abdullah Öcalan ve DEM Parti”yi işaret ediyor ama bu aktörlere ne önerdiğini açıklamıyor. Erdoğan somut öneri yapılacak mı sorusunun cevabını “Rüya”ya havale ediyor. Bahçeli’nin “İmralı’da tecrit altında” olduğunu söylediği Öcalan’a ne önerildiği, Öcalan’ın ne önerdiği bilinmiyor. Öcalan’ın yeğeni vekil Ömer Öcalan ile görüşmesinden sonra avukatlarıyla görüşme isteğinin gerçekleştiğine dair bir işaret yok.
DEM Parti’nin “bir çözüm olacaksa elini taşın altına koymaya, her türlü görüşmeye hazırız” diyerek, Meclis’teki tüm partilerle de görüşülmesi gerektiğini açıklamasına rağmen, görüşüp bir öneri ortaya koyan da yok. Ancak, tuhaf bir şekilde, “DEM Parti gereğini yapmıyor” diye demokratik siyaset alanı taciz ediliyor, tehdit ediliyor. Kapsamı bilinmeyen bir tehdit dili var ve sürüyor. Hele hafta başındaki Abdülkadir Selvi yazısı, bu tuhaflıklarda level atlayan bir içerik sunmuş oldu.
Ancak, sürecin tüm zorluklarına, kompleks sorunlarına rağmen, eşit haklar temelinde Kürt meselesinde demokratik çözüm yüz yıldır ülkenin önünde duran bir sorundur ve bu sorunun çözüm adresi demokratik siyasettir. Bahçeli’nin de işaret ettiği gibi TBMM önemli bir platformdur ve kuşkusuz bu sorunda diğer aktörler atlanmadan söyleyecek olursak söz söyleyecek, temsil gücü en yüksek siyasi parti de DEM Parti’dir.
Kürt meselesinin çözümsüz bırakılmasının ürettiği şiddet ve çatışmaların sona erdirilmesi de çözüme dahildir. Bu sorunun tarafları ise DEM Parti değil, çatışmayı sürdüren öznelerdir. Dünyanın her tarafında, çatışma çözüm süreçleri, siyasi adımların yanında çatışma taraflarıyla sürdürülen müzakereleri de içerir.
Yeni bir “süreç” olacaksa açıklık, ciddiyet ve samimiyet şarttır. Muhatapları suçlayarak bir yere varılamaz. Tam ifade özgürlüğü sağlanmalı, kayyım politikalarına derhal son verilerek demokratik siyaset üzerindeki vesayet kaldırılmalıdır. Sorunun çözümüne yönelik öneriler açık ve şeffaf biçimde hem sorunun muhataplarıyla ve hem de kamuoyu ile paylaşılmalıdır.
Ancak demokrasiden ve barıştan yana olan kesimlerin yan yana gelerek demokratik çözüm önerisi sunmaları halkların tüm egemenlerden bağımsız ortak geleceği için hayati önemdedir.