Kürt halkı, önderliği ve örgütlü gücüyle Türkiye’nin yeniden kuruluşuna öncülük edecek ve Demokratik Cumhuriyet’in kurucu gücü olacaktır. Bu devrimci süreç Ortadoğu’nun demokratikleştirilmesinin de önünü açacak ve emperyalist – sömürgeci statükonun Kürt halkına reva gördüğü bölünmüşlük de aşılacaktır
Hasan B. Karabey
Çözüm sürecinin yeniden gündeme gelmesi biraz sürprizli oldu. Aslında Ankara – İmralı müzakere hattının açık tutulduğu tahmin ediliyordu. Suriye iç savaşında gelinen aşama, Gazze Savaşı ve Trump’ın seçimi kazanacağının belirginleşmesi gibi gelişmelerin yeni bir sürecinin önünü açabileceği de öngörülüyordu.
Devlet ve iktidar yetkililerinin “tarihi fırsat” vurgusu sürecin konjonktür analizine dayanan bir “stratejik devlet kararı” olarak gündeme geldiğini teyit ediyor.
Turgut Özal’ın “tarihi fırsat”tan söz ederek bir çözüm girişimi başlatmasının üzerinden 30 yılı aşkın süre geçti. Acaba şimdiki “yepyeni” bir fırsat mı, yoksa “devlet aklı” biraz(!) geriden mi geliyor? Bir fırsat belirmese çözümsüzlük siyaseti daha ne kadar sürdürülecekti? Fırsatçılık (oportünizm) adil ve kalıcı bir barış getirebilir mi?
Akla başka sorular da geliyor ancak devlet cenahında bir çözüm iradesinin belirmesi her halükarda önemli. Nitekim Kürt siyaseti de durumu böyle değerlendirdi ve sorumluluk almaya hazır olduğunu ilan etti.
Barış umutlarını güçlendiren bir diğer gelişme ise muhalefetin çözüme destek veren bir duruş sergilemesiydi.
Türkiye nihayet çözüm yoluna girmiş gibi görünürken aniden bir “kayyım darbesi” ile karşılaştık.
Bu darbe Cumhurbaşkanı’nın sürece yaklaşımına dair kuşkular uyandırdı. Bir önceki sürecin bizzat Erdoğan tarafından akamete uğratıldığı düşünülünce bu kuşkular yersiz de değildi.
Erdoğan sürece açıktan karşı çıkmasa hatta kimi zaman destek ifade eden açıklamalar yapsa da çözüm için önemli bir risk unsurudur. Kayyım darbesi bunu göstermiş oldu.
Devlet stratejik bir yönelim belirlemişken Cumhurbaşkanı neden süreci baltalamak istediği izlenimini veren şahsi tasarruflarda bulunuyor?
Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir sorudur ama daha önemli soru şu: Erdogan devlet aklı ve toplumun arzusuna rağmen “çözüme gönülsüz” bir pozisyonda durmayı sürdürebilir mi?
Makamı ve mevkii ne olursa olsun hiçbir şahsi tasarruf devletin stratejik yöneliminin önüne geçemez. Bu devlet yönetiminin abc’sidir ki “devlet aklının sözcüsü” gibi konuşan Devlet Bahçeli’nin açıklamalarının satır aralarında da bu yönde ikazlar var.
Diğer taraftan Erdoğan’ın eli sandığı kadar güçlü de değil. Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birinin içindeyiz ve bu onun eseri. Halk hızla yoksullaşırken Saray ve yandaşları astronomik servetler edindi. Yozlaşmış yönetime karşı halkta yoğun bir tepki var.
Erdoğan’ın keyfi olarak bitirdiği çözüm sürecinden bugüne AKP’nin oyları neredeyse yarı yarıya azaldı. Kürdofobi ona bütün büyük şehirleri kaybettirdi.
Ve şimdi “tarihi fırsat” Cumhur İttifakı’nı fiilen ortadan ikiye bölmüş durumda.
Açıkça söylemek gerekirse Erdoğan oy oranı yüzde yirmilere düşmekte olan bir partinin lideridir ve eğer çözümsüzlükte ısrar ederse yanında bir iki tabela partisinden başka kimseyi de bulamayacaktır.
Gönül ister ki Tayyip Erdoğan 40 yıllık siyasi kariyerini, ülkenin en önemli sorunlarından birini çözerek kendi deyimiyle “taçlandırsın”. Bunun yerine çözümsüzlük cephesinin koçbaşı olmayı tercih eder ve Türkiye’nin bir tarihi fırsatı daha heba etmesine sebep olursa siyaseten bedel ödemesi kaçınılmaz olacaktır.
Böyle bir durumda erken seçim gündeme gelir ve barışın gelişi ile Erdoğan’ın gidişi arasında kaçınılmaz bir bağ kurulur. Eğer mesele “Erdoğan ya da barış” ikilemine gelirse halklarımız tereddüt etmeden barışı seçecektir. Böylesi bir kumara kim siyasi geleceğini koymak ister?
Dikkat edilirse çözümde ısrar eden Öcalan kendisine uygulanan ağır tecridi kırdı, çözüme ayak direyen Erdoğan ise yalnızlaşmaya başladı. Tecrit eden tecrit oluyor. Barışın gücü ve tarihin diyalektiği işte budur.
Kısaca barışın gücü Erdoğan engelini aşmaya muktedirdir. Bundan emin olabiliriz.
Tarihi fırsat meselesine gelince, evet, Türkiye’nin önünde “tarihi bir fırsat” var ve bu fırsat barışın ta kendisidir. Barış, özgürlükçü, demokratik ve özyönetimci yeni bir Cumhuriyet’le taçlanacak olan devrimci demokratik değişim sürecinin ilk adımı olacak.
Devrimci değişimin lokomotifi ise Kürt halkıdır. Bu realite onu “yeni Türkiye’nin kurucu gücü” konumuna yükseltiyor. Şöyle de ifade edebiliriz: Kürt Özgürlük Hareketi artık sadece bir “kolektif direniş öznesi” değil, Cumhuriyet’i yeni temellerde inşa etme görevi ile mükellef bir “kuruluş öznesi”dir. Bu sadece Kürt siyaseti için değil Türkiye siyaseti için de yepyeni bir gerçekliktir.
“Kurucu özne” olmak yeni sorumlulukları da beraberinde getirir ve bir “kurucu demokratik siyaset” geliştirmeyi de zorunlu kılar.
Aslında PKK Lideri sayın Abdullah Öcalan’ın Demokratik Modernite paradigmasını geliştirirken kalkış noktası da buydu. Paradigma, “Kürt aklının kurucu demokratik siyasetini” pratikleştirmek isteyen yurtseverler için güçlü bir teorik zemin sunuyor.
Kurucu demokratik siyaset perspektifi yeni dönemde özellikle DEM Parti’ye çok iş düşeceği anlamına geliyor ve “yarını bugünden kurmaya başlamak” yaklaşımı ile hareket etmek önem kazanıyor.
Tecridi en ağır biçimiyle Öcalan yaşasa da Kürt siyasetine de bir bütün olarak tecrit uygulanıyor. Bu da Kürt siyasetinin savunmacı bir pozisyona ve kismen dar bir alana sıkışmasına yol açabiliyor.
Abdullah Öcalan 46 ay sonra İmralı zindanının duvarlarında gedik açmakla kalmadı DEM Parti’nin etrafına örülen duvarları da yıktı. “DEM’leniyorlar” gibi zırvalar tarih oldu. Muhalefet de artık DEM Parti’yle aynı karede görünmekten çekinmiyor.
Öyleyse DEM Parti’nin toplumun bütün kesimleriyle diyalog kanalları kuracak dışa dönük, kapsayıcı ve aktif siyasete yönelmesinin zamanı da gelmiş bulunuyor. Bu önemli konu başlı başına uzun tartışmaları hak ediyor.
Sonuç olarak Türkiye çözüm yoluna girmiştir ve barışın dipten gelen dalgası çözümsüzlükte ısrar edenleri süpürüp atacak kadar güçlüdür. Kürt halkı, önderliği ve örgütlü gücüyle Türkiye’nin yeniden kuruluşuna öncülük edecek ve Demokratik Cumhuriyet‘in kurucu gücü olacaktır. Bu devrimci süreç Ortadoğu’nun demokratikleştirilmesinin de önünü açacak ve emperyalist – sömürgeci statükonun Kürt halkına reva gördüğü bölünmüşlük de aşılacaktır. Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Arap, Alevi, Sünni, dindar, laik bütün yurtseverler bu tarihi sürecin gerektirdiği devrimci sorumlulukla hareket etmelidir.
Sosyalist Alternatif Dergisi Editörü*