Direnmek, yalnızca bir hakkın savunulmasından ibaret değildir; aynı zamanda bir halkın varoluş mücadelesinin en somut ifadesidir. Direnmek, halkların özsavunmasıdır, çünkü bu direniş, sadece bir yönetim biçimine karşı değil, aynı zamanda halkların özgürlük ve eşitlik mücadelesi için verilen bir savaştır
Salihe Aydeniz
“Ve o, her şeyi kendi tek elinde tutar,
Geceleri, ışıkları söndürür,
Ve o, her sesin sustuğu bir dünyada,
Kendi sesi dışında, hiçbir sesin var olmasına izin vermez.”
-Pablo Neruda
2016 yılından beri hayatımızın orta yerine bir kelime bütün soğukluğuyla ve griliğiyle yerleşti: Kayyım. Soğuk, çünkü insana dair, insanlığa dair tek bir vaadi yok. Gri, çünkü insanlığın kendisi için ürettiği tüm renkleri hapsetmenin peşinde. O “her şeyi tek elinde tutma” arzusunun iki muhtemel sonucu vardır her zaman. Ya insanların gözünün ferini söndürür ya da ruhlarında direniş kıvılcımının fitiline ateş olur.
Son birkaç yıldır, dünya, özellikle internetin yayılmasıyla birlikte, gündemleri muazzam bir hızla tüketiyor. Çeşitli manipülasyonlarla, tarih bile sıkça yeniden yazılıyor. Ancak, doğruyu arayanlar için kaynaklar, yerli yerinde durmaya devam ediyor. Cumhuriyet tarihinin iskan politikaları ve kayyum uygulamaları da, görmek isteyenler için arşivlerde hala erişilebilir durumda. Kayyım, genel kanının aksine, yalnızca Kürt belediyeleriyle sınırlı kalmamış, hayatımıza çok daha yakın bir zamanda, geniş bir sistem olarak yerleşmiş bir düzen halini almıştır. Bugün, kayyımın bir rejime dönüştüğü, faşizmin en yıkıcı dönemlerinin yaşandığı ve buna karşı muazzam direnişlerin büyüdüğü bir dönemdeyiz.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Osmanlı İmparatorluğu’nun çok uluslu yapısından bağımsız olarak, merkeziyetçi bir sistem kurulması hedeflendi. Bu nedenle yerel yönetimlerin tam anlamıyla özerk olmadığı, merkezi hükümetin yerel yönetimler üzerinde büyük bir denetim ve kontrol sağladığı bir yola girildi. İşte bu, kayyımın ayak sesleriydi. İsmi yokken dahi cisimleşen bu sistem, özellikle 1924 Anayasası ve 1930’larda kabul edilen çeşitli yasalarla güçlendirildi.
Birçok faşist uygulama gibi kayyım uygulaması da 1980 darbesi sonrasında sistematik hale geldi. 1984’te çıkarılan 3030 sayılı Kanun ile bu uygulama yasal çerçeveye oturtuldu ve özellikle “terör suçları” gibi gerekçelerle yerel yönetimlere kayyum atanmasının önü açıldı. Elbette yine bu faşist dönemin ilk hedeflerinden biri, bütün inkar ve asimilasyon politikalarına rağmen varlığını koruyabilen Kürt halkı oldu. 1987 yılında, Diyarbakır Belediyesi Başkanı Mehdi Zana’nın yerine kayyım atandı. 1993 yılında ise Şırnak Belediye Başkanı görevden alınarak yerine kayyum atandı.
Yakın tarihte ise;
- 2016 yılında Demokratik Bölgeler Partisi’nden (DBP) seçilen 102 belediye eşbaşkanlarının 96’sının yerine kayyım atandı. 67 belediye eşbaşkanı rehin alındı.
- 19 Ağustos 2019 tarihinde başlayan kayyım sürecinde ise 65 HDP’li belediyeden 6 belediye eşbaşkanına, 56 belediye meclis üyesine mazbata verilmedi. Halkların Demokratik Partisi (HDP) tarafından kazanılan 65 belediyenin 59’una tekrar kayyım atandı. Ayrıca pek çok belediye meclis üyesi de bu sürede rehin alındı.
- 2016 ve 2019 yıllarında yapılan kayyım atamaları sonucunda belediyelerde 8 bin 334 kadrolu ve hizmet alımı personel ile 923 memur işten çıkarıldığı kaydedilirken toplam işten çıkartmaların 9 bin 237’ye ulaştığı kaydedildi.
Sadece belediye boyutuyla değil, Kürt siyasetine ve Kürt halkının yaşamına, varoluşuna her boyutta bir saldırı konsepti gerçekleştirildi. Ancak yerelde halkı belki de doğrudan en çok etkileyen, kayyım politikası oldu. Anayasa’nın 127. maddesinde mahalli idarelerin özerkliği güvence altına alınırken, kayyım uygulaması mahalli idarelerin merkezi idarenin kontrolü altına girmesine yol açtı.
Kayyım uygulamaları, yalnızca belediyelerin denetimini ele geçirmiyor, aynı zamanda halkların öz yönetim hakkını, özgürlüğünü ve kimliğini yok sayıyor. Bu sistem, halkın demokratik iradesini hiçe sayarak, sadece belediyeleri değil, yerel yönetimler çatısı altında tüm halkların eşitlik, özgürlük ve adalet taleplerini de hedef alıyor.
Bütün bu süreçte bir türküdür tutturulmuş, belediye eşbaşkanlarının bahane edilen dosyaları konu ediliyor. Ancak Kürtlere “gözünün üstünde kaşın var” diyerek dosya üstüne dosya çıkarıldığı ısrarla görmezden geliniyor. Mesele eşbaşkanların dosyaları değil, zira dosyası olmayana da kayyım atanıyor. Mesele, belediyelerin gaspı yoluyla Kürdistan’da halklar için yaratılmak istenen insani yaşam koşullarının iktidara ve geleneğine verdiği rahatsızlık. Mesele yerel yönetimler anlayışımızın kapsayıcı ve üretken olması. Mesele özgürlük, eşitlik; mesele adil ve etik bir yaşamın bu iktidarın ve kendisinden öncesinde gelenlerin ajandasında olmaması. Yerel yönetimler anlayışımız düzgün işlerse kapitalist modernite kimi iliğine kadar sömürebilecek? Yerel yönetimler anlayışımız her yerde olduğu gibi uygulanırsa ulus devlet kimi milliyetçilik zehriyle uyuşturacak? Toplumsal cinsiyet eşitliğini esas alan bu anlayış güçlenirse tek adam rejimi kadınları nasıl hayattan soyutlayacak, nasıl evlere kapatacak?
Bugün, kayyım rejimi yalnızca Mardin, Batman, Halfeti ve Hakkari ile sınırlı kalmıyor; artık Esenyurt da bu sürecin parçası. Bu süreç, daha büyük bir tehdidin habercisi. Kayyımların rejimi, yarının İstanbul’u ve Ankara’sının da benzer bir akıbete uğramasının yolunu açıyor. Bu durumu görmek, bizi çok daha derin bir kavrayışa yönlendirmeli: Kayyıma karşı sesini çıkaran her demokratik çevrenin, “başka bir yere ve partiye de atanma ihtimali” gibi dar bir perspektiften hareket etmemesi gerektiği açık. Aksine, bu rejimin koşulsuz şartsız reddi, bize sadece mevcut durumu değil, özgür ve demokratik bir geleceği de inşa etme fırsatı sunacak. Bu yoldan geçmek, halkların gerçek özgürlüğünü ve eşitliğini hep birlikte savunmak demektir.
Ve görünürde yalnızca “gasp yoluyla yönetim değişiyor” gibi görünse de halkların yaşamına doğrudan müdahale ediliyor, bunu çok net dile getirmek lazım. Çok dilli ve çok kültürlü, kadınlar için kazanımların amaçlandığı ve hayata geçirildiği bir belediyeciliğin sonlandırılmasını; erkek iktidar anlayışının eşbaşkanlık sistemiyle aşıldığı adil bir sürecin baltalanmasını amaçlıyor kayyım. Kapitalist modernite üretimin dışında bir insanlar ordusu hedefliyor. Eve kapatılmış ve sosyal hayattan dışlanmış kadınlar istiyor. Bağımlı bir gençlik istiyor. Kapitalist modernite, yerel yönetimler anlayışımızın şeffaf ve katılımcı modelini, radikal demokrasiyi istemiyor. Kapitalist modernite, kendine bağımlı yaşamayan insan istemiyor. İşte tam da bu sebeple direnmek bir onur ve haysiyet meselesidir.
Direnmek, yalnızca bir hakkın savunulmasından ibaret değildir; aynı zamanda bir halkın varoluş mücadelesinin en somut ifadesidir. Direnmek, halkların özsavunmasıdır, çünkü bu direniş, sadece bir yönetim biçimine karşı değil, aynı zamanda halkların özgürlük ve eşitlik mücadelesi için verilen bir savaştır. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, halkın kendi yaşam alanlarında söz sahibi olması, kayyım rejiminin yok saymaya çalıştığı tüm değerlerin yeniden inşa edilmesidir. Kayyım uygulamaları, bu toplumsal yapıyı parçalayıp, yozlaştırdığı ve çürütmek istediği yerlerde devletin baskıcı gücünü inşa etmeye çalışmaktadır.
İşte tam da bu nedenle direnmek, aynı zamanda daha adil, eşit ve özgür bir dünya için verdiğimiz mücadelenin simgesidir. Kayyım politikalarına karşı sesimizi yükseltmek, sadece belediyelerin gaspına karşı halkın oy hakkını savunmakla sınırlı değildir; bu, halkların özgürlüğünü, eşitliğini ve adaletini savunmak anlamına gelir. Kadınlarla ve çocuklarla daha güvenli şehirler kurma, onların güvenliğini ve haklarını koruma mücadelenin bir parçasıdır. Kayyım rejimine karşı yürütülen bu mücadele, yalnızca halkın değil, tüm bir toplumun özgürleşmesine hizmet edecektir.
Colemêrg, halkındır!
Mêrdîn, halkındır!
Êlih, halkındır!
Xelfetî, halkındır!
Esenyurt, halkındır!
Kayyım gidecek, halklar kalacak!