Memleketçe uzun ince bir yolun yolcularıyız. Siz bakmayın bilmem kaç yılda bilmem kaç kilometre duble yol yaptık gerçeğine. Bizim sözünü ettiğimiz bütün bir memleket olarak üzerinde yürüdüğümüz feleğin çizdiği uzun ince yol. Kişisel serüvenimizde kısacık ömürlerimizle bitiremediğimiz, kat edemediğimiz yolu aslında memleketçe nesiller boyu tepiyoruz. Ne savaşlar, ne zaferler, ne yenilgiler yaşadık da, yolun sonundaki menzile yetişemedik bir türlü. Hatta yolun sonunun, varacağımız menzilin feraha çıkacağına dair bir umudumuz, bir beklentimiz olduğu da şüpheli.
Her âşık filozoftur kendince. Veysel de ince, uzun yolu anlatırken bize de halimizin nice olduğunu bilmediğimizi anımsatmış dizelerinde.
Yol dediğin dere tepe bir geçit. Üstelik geriye dönüp baktığımızda gündüz-gece yürüdüğümüz yolun hepi topu bir arpa boyu olduğunu görüyor, ama yılmadan sürüyoruz yorgun bedenlerimizi uzun ince yol boyunca.
Birlikte çalıştığımız bir arkadaş, tatil dönüşü bir poster getirmişti hediye niyetine. Sonbahar yaprakları ile kaplı kıvrılarak uzayan bir orman yolunun fotoğrafıydı. Altında bir özdeyiş: “Hepiness is not end of the road, is along the way” Türkçesi “Mutluluk yolun sonunda değil, yol boyuncadır.” Oysa biz o yolun sonunun beklentisi ile ıskalamıştık yol boyunca karşımıza çıkan mutluluk fırsatlarını.
Nesilden nesile aktardık akılsızlığımızı. “Ak akçe kara gün içindir” özdeyişini henüz ilkokulda ezberledik örneğin. Cebinde, avucunda ak akçe var iken aç gezmek, kısa gelen yorganı büyüğü ile değiştirmek yerine dizlerini çenene çekmek nasıl bir akıldır? Kim verdi bu aklı bize? Hiç şüphe yok ki kara gün tasası olmayanların, yorganı tüm bedenini örtenlerin akılları bunlar. Daha fazlasını istemeyelim, azına razı olalım diye söylenmiş sözler.
Bir de şükretmeyi öğretiyorlar. Kimler mi? Asla şükretmeyen, kazandığı ile yetinmeyenler, karnı doysa bile gözü doymayanlar durup durup şükretmeyi dayıyorlar burnumuza. Sözde Allah’a şükretmeliymişiz. Bunların istediği kendilerine şükretmemiz. Canımız, kanımız pahasına da olsa bir işimiz var diye patronlara şükretmemizi istiyorlar örneğin. Ya da yılın bitimine bir ay kalmışken, “Bu yılsonuna kadar doğalgaza zam yapılmayacak” diyen hükümete şükretmemizi. Hükümet dediğin, adı üstünde, “Önümüzdeki ay zam yapacağım” deyip de vatandaşını üzecek kadar aptal mı? Tersine, “Bu yıl zam yok” diyerek sevindirir tebaasını.
Bir de birkaç yılda bir olmadık toz duman kaplar ince, uzun yolu. Anlarsın ki az ileride seçim fırtınası var. Arpa boyu yolu bir ömür boyu tepenlerden her biri kendi meşrebince bir umuda kapılır. Bu filmi daha önce defalarca izleyenler, iflah olmaz bir saflıkla “Aha bu sefer olacak” diye kapılırlar o toz dumanın girdabına. Bir temelsiz beklentidir, büyür de büyür. Kimse akıl edip de bakmaz elindeki kumaşa. Baksa görecek ki bu kumaştan elbise çıkmaz. Elbiseden vaz geçtim, bir yelek de çıkmaz. Yelekten vaz geçtim şöyle sekiz köşeli bir kasket de çıkmaz o kumaştan. Ama ne demişler? Umut fakirin ekmeği, ye Mehmet ye.
Oysa bir yekinsek, şöyle bir kaldırsak başımızı. O yetmediyse şu ağaca çıkıp baksak etrafımıza. Bir an için bilince çıksak da halimizi bilmeye çalışsak her şey daha farklı olabilir. Hatta biraz daha yukarıdan bakabilsek ince, uzun yolun hiçbir yere ulaşmadığını, kendi etrafında dönüp durduğunu görebiliriz belki. Dolap beygiri bunu görmesin, hep önüne baksın diye gözlük takarlar gözlerine.
O gözlük olmasa kimse küheylanı o nafile yolda kendi dolabının çarkı dönsün diye dizginleyemez. Şahlanır, kurtulur dizginlerinden, koşar özgürlüğe doğru. O aşamada dolap sahibi gaz fişeği mi olur, TOMA mı olur, jandarma, polis mi olur, bulduğu her çareyle dizginleri yeniden ele geçirmeye girişir.
Gezi eylemlerinin beş yıl sonra yol açtığı korkunun arkasında tam da küheylanın şahlanma ihtimalinden duyulan kaygı var.
Yerevan’da geçtiğimiz nisan ayı sonunda şahlandı da, dolap sahibini kurtarmaya polis de yetmedi, TOMA da. Sonunda dolap sahibi mecbur kapadı dükkânı.
Ne demiştik, hele bir yekinsek…