“(…): biliyorsunuz ki ben bir cahil, bir deli, bir tutarsız, bir tembelim.”
Diderot’dan alıntılayan Foucault, Deliliğin Tarihi
Her insan kendi şahsında bir arkeoloji sahasıdır. Alt katmanlarında nelerin yatıyor olabileceğine ilgisizse, gene katman katman oluştuğunun inkârındaysa ve mevcut ‘praksis’inden (H. Rizgar’a selam) haricine olur vermiyorsa, yüzey katmanında gerçekleşecek müdahale ve tasarruflara açıktır. Kendi yüzeyindeki bitki örtüsüne (düşünüş, eyleyiş, kanaat, refleks, ezber, iddia vs…) dair kendi dışından gelen, o döneme özgü olarak en güçlü tanım ve tarifleri, dolayısıyla kabul ve reddi benimseyecek, varoluşunu bu yüzeye indirgeyecektir. Gerçi yüzey de çok şey söyler; ne de olsa olan biten her şey yüzeyde gerçekleşiyor görünmektedir. “Somut dış dünya bilgisi” denilen şey de budur. Hem katmanlaşmanın hiyerarşik bir esas üzerinde durduğunu söylemiyorum. Yani alt tabakalara indikçe hakikat payı artacak bir arkeoloji değildir insan. Bu katmanlar da birbirinden mutlak suretle ayrılmazlar zaten. Üstelik bazen yerin altı üstüne gelebilir. Şems’in dediği gibi, nereden biliyoruz yerin altının, üstünden daha güzel olmadığını? Ve kendini, kendi yüzeyine indirgeyen kişi, her türlü hormonlu, ilaçlı, kimyasal tarımın müdahalesine (ister modern, ister geleneksel olsun, bugün artık her sistemli pedagoji, insan bireyi üzerinde böylesi bir ziraat faaliyetidir) karşı savunmasız kaldığı gibi, kısa zamanda çok ürün vermek üzere işlenip bozulan toprağını toparlamak için de uzun nadas dönemlerine ihtiyaç duyacaktır. Meselenin bir noktası da, bu ihtiyacı hiç hissetmemesidir. Zira hem kendi dünyası, hem de dışarısı yüzeydedir. Açık, aşikar, basit, somut, maddi ve sadedir… Üstelik ürün de veriyor, karın da doyuyor. Bu bir yaklaşım. Bilinçaltı süreçleri, katmansal sentezleri, farklı ve melez türleri kabul etmeyen, yüzeyden aşağıya inecekse de tek bir biyokimyasal ölçütü (sınıf, ulus, cinsiyet…) değişmez olarak alan ve harici arkeolojilere şüpheli, deneysel birer lüks olarak bakan yaklaşım.
Yaşam formlarının gelenekçiliği
Diğer yandan, güçlü rüzgarların kıtalar ötesinden serpip getirdiği toprağın kimyasını da hesabına dahil eden bakış vardır. İnsanın yüzeyine indirgenemeyeceğini, toprağında filiz veren her tohumun, bütün katmanlardan bir imza içerebileceğini düşünür. Tarımda karşılığı polikültürdür bunun, yani çoklu kültür; yani koca bir arazinin tek bir türe ayrılması yerine farklı tür bitkilerin bir arada yetiştirilmesidir. Kadim yaşam formlarının gelenekçiliği, modern yaşam projelerinin dogmatizmleri kadar bağnaz değildi belki de. Toprağın sürekli bir seyri, başını topraktan kaldıran insanın ürettiği soyutlukların köşeliğinden (hatta köşeciliğine) uzaktır. ‘Sabit’, akılda başlar. Mutlak, ezeli-ebedi, ilelebet vs. tümden soyut tasarımlardır. Ve hiçbir ideolojik proje, bu soyutlukları temel taş ve kolonlar olarak yerleştirmeksizin mimarisini tamamlayamaz. Her ne kadar yaşamla açılan arayı kapatmaya yönelik temiz bir niyeti, hatta yaşamsal bir mecburiyeti dahi olsa…
Bir özgürleşme mertebesi
Yüzey bilgisinden söz ediyorduk. Elbette çok şey söyleyecektir. Ama yüzeyi gören gözün, bu söylenende (işitilende) hiç dahli yok mudur? Tipik öznellik problemidir bu. Hiç de aşılmış diyemeyiz: Yani, gördüğüm yüzey, ‘görüm’e, daha önce görmüş bulunduklarıma benzetebildiğim, dolayısıyla indirgediğim (bazen de yücelttiğim) ölçüde anlaşılır gelir bana. Bugün (yaygın deyişle ‘bu şartlarda’) yaşamımı sürdürebilmem, bu ‘anlaşılır’ı mutlak doğru saymamdan geçiyor. Yoksa anlayışımın, yani görümün, dolayısıyla da yüzeyin, bana görünenin dışında ne söylüyor, ne içeriyor, ne iletiyor olabileceğine ilişkin daimi ve canlı bir merak ile arayışı sürdürebileceğim hiçbir toplumsal, hiçbir coğrafi alan kalmamış gibidir bu yeryüzünde. Bu merak ve arayışın, yargı ve kanaatlerden sakınışın ısrarı, yüzeyde dönen, yargılara, kanaatlere, kalıp ve biçimlere, tarihçiliklere, soyutçuluklara ve elbette sınıf, sermaye, ulus, cinsiyet ve iktidarlara dayalı hızlı, amansız, ezici bir devrin pervaneleri arasında tuzla buz olmaya yazgılı gibidir. Ama bu tuz, gene de toprağa karışmakta, çökelmekte, arkeolojik katmanlara yayılmaktadır. Vardan yok olamayacağını söyleyen temel fizik yasasına tabi olacak kadar da maddidir. Belki yazılı tarihin bütün maddi birikiminden daha da fazla maddidir… Öyle ki, bir gezegen olarak dünyanın bütün kimyasal bileşiminde içkindir. Gene de, kimin rahat nefes alabildiğini söyleyebiliriz ki?
Aşılamamış komplekslerin, korkulu-kaygılı bastırmaların, içte inkar edilenin ve dışa yansıtılarak bir nefret ve düşmanlık nesnesi haline getirilenin mekanizması, sonuçlarıyla birlikte çokça işlenmiştir. Özgürlükçü hareketlerin de, ‘yüzey’de mevzi kazanabilmek için bu yüzeysel semptomların enerji potansiyellerini dönemsel olarak değerlendirme pratiklerinin zamanla yozlaşmayı getirmesi mümkündür. İşgale, sömürüye, zulme karşı örgütlenecek gücün, kendini bir güç olarak kurarken ne kadar işgalin, sömürü ve zulmün kendi varlığına yönelik tanım ve tariflerinden özgürleştiği, ne kadar o zalim tarafından belirlenmediği, ne kadar kuru (ama dönemsel olarak etkili) bir ‘anti’ye indirgenmediği şüphelidir. Dolayısıyla monokültürün (tekli kültür, tek bir türün kitlesel üretimi) yerine, diğer monokültürün iktidarını getirmek bazı toplumsal kompleksleri, korkulu-kaygılı bastırmaları ve dışa yansıtılıp dışta yargılanan iç inkarları boşaltmaya, intikam yoluyla tarihsel gerilimi atmaya ve kendi varoluşunda ikna olmaya yarar. Bu bir özgürleşme mertebesidir de. Oysa toprak (ve insan arkeolojisi) hala yanlış bir tarımın yabancılaştırıcılığına maruzdur. Tekçi soyutluklar, insan katmanlarının çokluğu karşısında hala budayıcı, kırpıcı durumdadırlar. Tezini aşan antitez, sentezi reddetmekte, aştığı tezin verimli, üretken, güçlü, egemen varoluşuna yerleşmektedir. Her şey olup bittikten sonra şu sorulacaktır: Kompleks, bastırma, kıskançlık, nefret ve öfke boşaldıktan sonra, çelişkilerinden özgürleşmiş bir toplumsallığın bir ‘karşıt’ belirlemeden, kendinden üretip yeşerteceği ne vardır? Varlık sorununun, varoluş bunalımına evrileceği eşik tam da burasıdır.
“(…) ‘onlarda her zaman geçmiş hayatlarından pişmanlık duymaya, onlara ahlak düşkünlüğünün ve aylaklığın insanları bu dünyadaki hayatta bile ne kadar mutsuz kıldıklarını anlatmayı… ve onlara gelecekteki hal ve gidişlerinin en iyisi olacağına ilişkin kesin bir karar aldırtmayı amaçlayacak olan’ (…) Masquiret de la Pagne’dan alıntılayan Foucault, Deliliğin Tarihi
Gizli işbirliği, sessiz uzlaşı
İnsan ne söylerse söylesin, söylediği kendi yarasındandır. Görünenin, görenin ‘görü’sünden bağımsız olamayacağına ilişkin öznellik problemine değmiştik. Benzer şekilde, söyleyenin sözü, söyleten yaranın etrafında gezer durur. O ne kadar uzaklaştığı düşüncesinde olursa olsun, her gittiği yer, her attığı adım, yarasının üzeridir. ‘Vaaz verenlerden sakının!’ diyordu Bukowski bir şiirinde. Neyin vaazını veriyorsa, yarası tam da oradadır çünkü. Ahlak öğütlüyorsa, ahlakı bozuktur, iş öğütlüyorsa işte ikna değildir, özgürlük vazediyorsa, kendi zindanını yaşıyordur. Tipik psikoloji: Uzlaştığı, uyumlandığı toplumsallığın olumsuzluk addettiği hangi unsuru içinde taşıyorsa, toplum korkusuyla bunun inkarına yönelecek, bu inkarı da söz konusu unsuru dışarıda görüp yargılayarak yapacaktır. Bir toplumsallığa böylece dahil olmuştur. Bu yargı oklarına, yani söz konusu vaazlara muhatap ve maruz kalan kişilerse, eğer toplumsallaşmak istiyorlarsa aynı inkar ve yansıtma mekanizmasını kullanacaklardır. Bu mekanizmanın reddi ve benimsenmemesi, kişiyi ‘suçlu’ yapar. Oysa dikkat etmeli, toplum her üyesinde zaten bu suçu yaşamakta, ama inkar ve yansıtmayla örtmektedir. Bir tür gizli işbirliği, sessiz uzlaşı. Kolektif bilinçaltının bir dalı da buradadır. Tıpkı bireyin, kendi gerçeğini çoğun bastırmak durumunda kalması gibi, kolektif de kendi bilinçaltıyla yüzleşmeye yeterli değildir.
Suçlu, üretilmeye mecburdur
“Günah keçisi” kavramının kurulması boşuna değildir. Vaazın bizzat kendisi, vaaz-dışını da üretir. Buna mecburdur da, meşruiyetini suçu somutlaştırdıkça koruyup güçlendirebilecektir. Engizisyon mahkemeleri de aynı esas üzeri işlediler, İstiklal Mahkemeleri de, yer yer halk mahkemeleri de. Suçlu, üretilmeye mecburdur; yoksa toplum, tek tek parçalarındaki ‘suç’un basıncı karşısında direnemezdi. Yani ben ahlak dışılıkla suçlayacağım bir kişiyi, bir grubu, sınıfı, toplumu bulmalıyım; yoksa kendi ahlakıma ikna olmam mümkün değildir. Böylesi bir iknanın gerektirdiği irade, insanların çok azında mevcuttur. Öyle bir irade ki, hiç kimsenin ve hiçbir görüş veya varoluşun karşıtı, kutbu, anti’si, kıyası vs. yapmadığım bir ahlak, bir duruş, bir düşünüş ve eyleyiş kurabileyim… Bu irade enderdir, ve sözünü ettiğimiz mekanizma gereği de boy verdiği ilk yerde suçlu addedilmeye yazgılıdır. Ama trajik olan, insanın dönüşüm imkanlarının da bu suçta yattığıdır. Her özgürlük hareketinin ilk aşması gerek şeyin, kalkıştıkları işin bir suç olduğu kanaatidir. Ve her eylem, bu kanaatin zihnen aşılmış olduğunu göstermez. Çoğun eylemin suç niteliğinde ikna bir vaziyette, zaten suç oluşuna inanıldığı için eyleme girişilir.
Yüzeyde işler böyle döner. Kısasa kısas ilkesi budur. Bu duygunun örgütlü eylemselliğine isyan denebilir. Kısa sürede büyük mevziler kazandıracak enerjiyi bu duygudan devşirebilir. Üzüntünün, umutsuzluğun, kıskançlığın, öfkenin ve nefretin damıtılıp kesifleştirildiği iklimdir bu. Ve diri tutulması ise daraltılmasıyla, yani basıncının artırılmasıyla mümkündür. Barajlardaki fizik yasası belki burada da geçerlidir. Tazyiki artırmak için gereken daraltma, toprağın önemli bir bölümünü susuz bırakma pahasına enerji üretici bir güç sağlayabilir. Endüstriyel tarımın monokültürü de bu esas üzeri işlemektedir.
Soğukkanlı bir kabul
Söz ve yazıdan geldik buraya. İdeolojik mimarilerin mutlakçı soyut sacayaklarından söz etmiştik. Mimarinin tamamlanması, bu soyutlamalardaki ısrara dayanıyordu çoğunlukla. Vaizin vaazı da bu soyutluklar üzerinden yürür esasında. Güçlü soyutluklardır bunlar; vatan, ecdat, bayrak, gelenek, namus, şeref vs… Vaizin bu kavramlara dair kendinde duyduğu içsel (derin, öyle ki bilinçdışı) şüphe ölçüsünde sofu kesilmesi gerçeğinin yaygın oluşu bir yana, tam aksi durumlar da mevcuttur. Batı buna ‘sinizm’ diyor. Sinoplu Diyojen’in de dahil edildiği ve bir felsefe okulu olarak Yunan Kiniklerinin kinizminden ayırmalı ama bu sinizmi. Kiniklerde, yaşamın asgari ihtiyaçları ve üç-beş temel erdemin ötesi boşuna ve hatta yozlaştırıcı bir şatafattır. Kinikler bu görüşü bir tür terk-i dünyayla pratikleştirirler de. Sinizmde ise, mevcut yaşam bozukluklarının soğukkanlı bir kabulü vardır. Bu kabul, bozukluklar karşısında etkin bir duruş almayı getirmez, tersine, ‘sinik’ kişilik, bu bozukları tanıyıp onlara hakim olduğu sürece söz konusu yaşamlarda irade ve tasarruf sahibi olabilecek, bu bozuklukları istismar (ve ajite; ki ajitasyon da bir tür istismardır) ederek fayda sağlayabilecektir. Dolayısıyla vaiz de, kendi vaazına inanmayan bir sinik olabilir. Vaazındaki soyutlukları, bütün teorik kurgu ve kurmacaları, toplumsal ve kültürel önkabul ile yargılara dayalı bütün ölçü ve yaftaları kullanarak yüzey katmanda başka türlü edinemeyeceği konum ve mevzileri (yine ziraat diliyle söyleyelim, ‘hasadı’) edinebilir.
Stephan Zweig’ın Fouche biyografisi
Stephan Zweig’ın Fouche biyografisi bu kişiliğin Fransız Devrimi’ndeki bir somutlaşmasının güçlü bir çözümlemesidir. Bir yüzey katmanı örneği oluşu, onu bugün pek tanımıyor oluşumuzdan açıktır. Yarım asra dayalı faaliyeti, kendisi ve sık değişen dar çevresi için pratik kazanımlarla doludur. Ama dönemin tarım ilaçlarıyla (rüzgâra göre esen düşünsel, kavramsal araç ve gereçler) toprağı boğup bozma pahasına kaldırdığı hasadın kazanımıdır bu. Toprağın içtiği bu ilacı (sulandığı bunca kanı) soğurduğu söylenebilir mi? Bilmiyorum. Ama Jakobenizmin bir yüzey katman projesi (veya müdahalesi) olarak hızlı ve güçlü sonuç alıcı ziraat faaliyetlerinden kolay çekilmeyeceği söylenebilir. Kendinde hiçbir dönüşüme çabalamaksızın, ve hatta bunun gereğini, böylesi bir özgürleşme ihtiyacını duymaksızın geri, zayıf, bilinçsiz oldukları düşünülen, bu nedenlerle de yozlaşmaya, suça, düşürülmeye, kaybedilmeye daha açık olduklarına inanılan kimseler üzerinde söz konusu soyutluklarla örülü daraltıcı, suçlayıcı, yargılayıcı ve sözümona aydınlatıcı ajitasyonu uygulama sanatının (örneğimizde vaizin vaazı) sahiciliğine, vaizin kendisinin bir çözümlemesi üzerinden giderek ulaşmaya çalışmak da bir yol olabilir mi?