Türkiye’de kayyum atamaları çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı bölgelerde görülse de, bu uygulamanın Esenyurt gibi kültürel çeşitliliği yüksek metropol alanlarına yayılması, Kürt meselesinin çözümsüzlüğündeki ısrarın ne denli köklü ve derin bir perspektife sahip olduğunu gösteriyor
Nawşar Şemzînî
Kürt meselesi, sürekli ertelenen, bitti denilerek görmezden gelindiği her an, bir hayalet gibi yeniden ortaya çıkıyor. Bugünlerde geldiği nokta itibarı ile sınırları aşan bir mesele olması nedeniyle, Türkiye’nin bir Kürt sorununun olmadığı, bilakis Kürt sorununun bir Türkiye’si olduğu görülüyor. Bahçeli’nin ifade ettiği “Türkiye’nin bir Kürt sorunu yoktur!” çıkışına buradan bakınca, bu yönüyle haklı olduğu söylenebilir.
Etrafından dolanılarak ve adının hassasiyetle konulmadığı bu “sürecin” lokomotifinin MHP ve Bahçeli olduğu aşikâr. Belli ki, adı konulmak istenmeyen bu sürecin olası sonuçları konusunda net bir öngörü henüz yok. Ve yine belli ki Erdoğan, bu sürecin olası olumsuz sonuçları konusunda bir mesuliyet merkezi olarak ortaya çıkmak istemiyor.
Buradan itibaren konuya girecek olursak;
Efendinin buyurgan dili…
MHP ve devlet adına konuşan gazeteci, analist ve siyasilerin kullanmış olduğu, kölesine seslenen efendinin buyurgan dilini önemle ele almak gerekir. Her şey dilde başlar zira..
Efendi, dil aracılığıyla kendisini “medeni”, “modern” veya “üstün” olarak konumlandırır. Karşısındakini ise “ilkel”, “eğitilmesi gereken” veya “yetersiz” görür. Bu küçümseyici dil, tahakküm altındaki halkları kendi kültürlerinden ve kimliklerinden soğutmayı, onları efendinin değerlerini benimsemeye zorlamayı amaçlar. Bahçeli ve Erdoğan’ın “PKK’ye silah bıraktırma süreci” olarak gördüğü bu süreçte kullandıkları dil tam olarak efendinin buyurgan dilidir..
Buyurgan dil, sömürülenlerin özgüvenini kırmayı ve onları kendi kimliklerine yabancılaştırmayı hedefler. Efendinin söylemleri, bireylerin kendi kültür ve kimliklerinden utanmalarına veya onları değersiz görmelerini de ayrıca hedefler. Bu dil, bireyleri efendinin değerlerine adapte olmaya ve onlara göre kendilerini yeniden şekillendirmeye iter. Böylece bu dil, olası uzlaşı ve diyaloglarda her şeyi alıp, hiçbir şey vermemenin aracı olur.
Buyurgan dilin doğası gereği, emir verici ve talimatlandırıcıdır. Efendi, karşısındakine iradesini dayatır ve onların sorgulamadan bu emirlere uyması beklenir. Bu dilde, karşıdaki tarafın kendini ifade etmesine ya da iradesini ortaya koymasına yer yoktur.
Buyurgan dil zamanla o kadar etkili olur ki, sömürülen bireyler kendilerini bu dil üzerinden tanımlamaya ve içselleştirmeye başlar. Efendinin değerleri, normları ve düşünce kalıpları, sömürülenin zihin yapısına yerleşir ve bireyin kendine dair algısını bile şekillendirir.
Kolonyalizm karşıtlığı tam da sömürgeci dilin reddedilmesiyle başlar: Bu buyurgan dili reddetmenin ve kendi diline, kültürüne ve kimliğine sahip çıkmanın özgürleşmenin bir yolu olduğu açıktır. Efendinin diline mahkûm olmanın getirdiği psikolojik zincirleri kırmak, ezilen halkın kendi özgürlüğünü elde etmesi adına önemli bir adımdır. Tam da bu nedenle sömürgecilik karşıtı ilk eylem ve gerçek özgürlük, efendinin buyurgan dilini reddetmek ve bireyin kendi kimliğine, diline ve kültürüne değer vermesiyle başlar. Sonuç olarak, efendinin buyurgan dili, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda zihinsel bir tahakküm aracıdır ve bunu aşmak, bireyler ve halklar için zihinsel ve kültürel özgürleşmenin temel ilk adımıdır. Bakıldığı zaman, Kürt özgürlük mücadelesinin ortaya çıktığı günden bu yana kadar “Türk’ün gücünü gösterme” hevesiyle Kürtlere dayatılan buyurgan dile tam cepheden cevap veriyor ve buna mahal vermiyor. Özellikle son günlerde ortaya atılan “süreç” tartışmalarında da AKP ve MHP’nin bu buyurgan ve sömürgeci dilinin reddiyesi de önemli olacaktır.
Bu süreçte bir diğer önemli mesele de Kürt siyasetinin özgürlük mücadelesinin yıllardır yaptığı gibi ama daha kararlı bir şekilde mazlumluk dilinin reddini de benimsemesi olacaktır. Zira mazlumluk ve mağduriyet dili yarım asırdan fazladır Kürt özgürlük mücadelesi veren direnişçilerin bir özne değil, birer kurban olduğunu anlatan bir dildir. Burada “Mazlumluk dilinin reddi” kavramı, baskı ve tahakküm altında olan bir bireyin veya grubun kendini sürekli mağdur ve edilgen bir pozisyonda tanımlamasını reddetmeyi ifade eder. Mazlumluk dilinin reddi, toplumun, kendini sadece bir mağduriyet çerçevesinde tanımlamaktan çıkarak, özneleşmesi ve kendi iradesini ortaya koyması olarak da düşünülebilir. Özellikle postkolonyal teoride, sömürgeleştirilen halkların yalnızca mağdur ya da mazlum kimlikleri üzerinden değil, kendi hakları ve kültürel değerleriyle tanımlanması gerektiği savunulur. Yıllardır soluksuz bir şekilde süregelen Kürt özgürlük mücadelesi bunun en kıymetli örneğini teşkil ediyor.
Bahçeli’nin çıkışı: Politik bir retorik mi, yoksa statükoyu sürdürme çabası mı?
Bahçeli’nin “Kürt sorunu yoktur” açıklaması, MHP’nin tahayyülünün yapısını içinde tutarlı olduğu söylenebilir. MHP ve Bahçeli’nin Kürt sorununun olmadığı yönündeki çabası, mevcut sorunları haklar bağlamında değil, “terörle mücadele ve zorun rolü” perspektifinde değerlendirilmesi “toptan yıkarak çözmek” gibi bir hayali olduğunu gösteriyor. Bu durum, Kürt meselesini yalnızca güvenlik eksenli bir sorun olarak görme eğiliminin aynen devam ettiğinin bir göstergesidir. Bu söylem, Kürtlerin hak taleplerini ve kültürel kimliklerini gündemden uzaklaştırarak, bu sorunu şiddeti Kürdistan’ın dört bir yanına yaygınlaştırarak, yıllardır süregelen anti-Kürt statükoyu “nihai çözüm” ile korumayı ifade ediyor.
Bu yönüyle, Kürt hareketinin Kürdistan coğrafyasında bir bütün olarak “çökertilmesi” arzusunun olduğunun aynı şekilde devam ettiği anlaşılıyor. Yani, bir önceki çözüm sürecinin “Çökertme Planı” ile sınırlandırılıp, onlarca kentin adeta haritan silindiği sürecin bir benzerinin başta Rojava olmak üzere, bir bütün olarak dört parça Kürdistan’da farklı bir formda yeniden hayata geçirilme hayalleri kuruluyor. Nitekim, son günlerde, TSK’nın Rojava’da ve Başur’da sivil hedefleri aralıksız bir şekilde hedef alması, devletin tüm yetkili ve etkili ağızlarının “kökünü kazıma, bataklığı kurutma” siyasetinden taviz vermeden bu sürece odaklandığını gösteriyor.
1975 sonrası Kürt siyaseti ve ‘aşbetal’ dinamikleri yeniden…
Çözüm görünümlü bu yeni sürecin ana hedeflerinden biri Türkiye’deki muhalefet güçlerini birbirinden uzaklaştırmak, kriminalize etmekse, asıl hedefinin dört parça Kürdistan’daki Kürt partileri ve Kürt liderleri arasında siyasi, ekonomik ve ideolojik ayrışmaları en uç noktaya çekmektir. Sonrasında da Rojava’yı askeri ve diplomatik yollarla boğma yoluna gitmektir. Erdoğan “Güney sınırlarımıza dair yakında müjdeler vereceğiz” diyerek, üstü kapalı olarak bunu işaret ediyordu.
Genel olarak Kürt siyaseti, 1975’teki “Aşbetal” dönemini anımsatan bir ayrışma sürecinden geçiyor. Hatırlanacak olursa, 1975’te Baas rejimine karşı mücadele eden Kürt partilerinin Irak ve İran’ın Cezayir Anlaşması ile siyasal faaliyetlerine “paydos” vermesi ve ardından Güney Kürdistan’dan 200 binden fazla Kürt’ün dramatik bir şekilde topraklarından sürülmesi ile devam eden ve etkisi halen süren bir süreç yaşandı. Ardında da Kürt siyasi partileri arasında 1978’de Hakkâri’de 800’e yakın YNK’li peşmergenin KDP-Geçici Komite (Qiyade-i Mueqqet) tarafından öldürülmesi ile başlayan ve günümüze kadar farklı şekillerde devam eden birakuji dönemi başladı. Herkesin nihai bir çözüm beklediği 1970 Barış anlaşması, 1975’te Kürtlere; sürgün, kıyım ve katliamlar silsilesi getirdi. Çünkü Kürt partileri, Kürt siyasi elitleri ve hizipleri kendi aralarında onulmaz çelişkiler yaşıyor ve çoğu zaman da bu vaziyet, uzun soluklu sömürgeci devletlerin temek aktör olduğu silahlı çatışmalara dönüşüyordu. Nihai bir çözümün tartışma konusu olduğu şu son zamanlarda da dört parça Kürdistan’daki siyaset yapıcıları ve partileri benzer parçalı bir görünümün riski ile karşı karşıya. Diğer bir yanda da bu süreç, Kürt ulusal birlikteliği için muazzam fırsatlar sunuyor.
Esenyurt, Bahçeli’nin Kürt meselesi ve bir sömürge rejimi olarak kayyum
Türkiye’de kayyum atamaları çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı bölgelerde görülse de, bu uygulamanın Esenyurt gibi kültürel çeşitliliği yüksek metropol alanlarına yayılması, Kürt meselesinin çözümsüzlüğündeki ısrarın ne denli köklü ve derin bir perspektife sahip olduğunu gösteriyor. Kürt meselesinin çözümünün konuşulmasını dahi Kürt meselesinin Kürt kentlerinden taşınıp, metropollere taşınması sürecinin tercih edildiğini gösteriyor. Bu uygulama, siyasi temsiliyetin ortadan kalkmasıyla, Kürtlerin “yöneten ve yönetilen” değil, “yönetimi kendilerine devredilmeyen” kimseler olarak görüldüğünü gösteriyor.
Kürt meselesi bağlamında, kayyum uygulamaları devletin yalnızca Kürt halkının iradesine askeri bir müdahalesi değil; aynı zamanda, Kürt kimliğinin siyasi ve toplumsal düzeydeki temsiliyetini kısıtlayan bir adım olarak da değerlendirilebilir. Esenyurt’taki gibi kozmopolit bir bölgede dahi kayyum atanmasının, Kürt yurttaşlarda “Kürt kimliğinin siyasette dışlanması” algısını iyice pekiştirdi. Bu durum, Kürt nüfusun genel olarak hissettiği demokratik temsiliyet eksikliğini İstanbul’un ortaya yerine taşınması anlamına geliyor.
Kayyum rejimi ve Polonya’da nihai çözüm
“Kayyum rejimi” ile Nazi Almanyası’nın 1941-1945 yılları arasında Polonya’da uyguladığı nihai çözüm (Final Solution) kavramını karşılaştırarak tartışmak, ilk bakışta zorlayıcı görünebilir, çünkü nihai çözüm çok daha sert, radikal ve sistematik bir soykırım politikasını içeriyordu. Ancak, burada daha geniş bir perspektiften ve yönetim araçlarının yerel halk üzerinde baskı kurma biçimlerine odaklanarak, bazı tartışma noktaları geliştirebiliriz. Nazi Almanyası, Polonya’yı işgal ettiğinde, yerel yönetimi tamamen devre dışı bırakarak, Alman yetkililere geniş bir kontrol alanı sağladı. Polonya’nın kendi idaresi kalmadı; yerel halkın kendini temsil etme imkânı ellerinden alındı. Kayyum uygulamalarında da yerel yönetimlerin seçilmiş temsilcileri devre dışı bırakılarak, merkezi hükümetin atadığı kayyumlar görevlendiriliyor. Bu uygulama, her ne kadar daha ılımlı bir düzeyde gibi görülse de Kürtlerin demokratik temsiliyetini yok ederek merkezin iradesini dayatma noktasında bir paralellik içeriyor. Yine; Polonya’da Alman yetkililer, yerel halkın kontrolünü elinde tutmak için sosyal, ekonomik ve kültürel denetim kurdu. Kayyum rejimlerinde de benzer şekilde, merkezin taleplerine uygun bir yönetim sistemi kurularak, halkın kendi ihtiyaç ve önceliklerine göre yönetim mekanizmaları işlevsiz hale getiriliyor. Bu, Kürtlerin kendi kendini yönetme arzusunu bastırma, ekonomik ve sosyal denetimi merkezin çıkarına uygun hale getirmeyi amaçlıyor. Başka bir benzerlik ise Nazi Almanyası, Polonya’daki Polonya kimliğini ve kültürünü ortadan kaldırmaya çalışarak, Alman kültürünü dayatma amacı güttü. Kayyum uygulamaları da benzer bir merkezileşme etkisi yaratmak için elinden geleni yapıyor. Kayyum rejimlerinde, yerel halkın kendini ifade etme ve kültürel kimliğini koruma haklarını ortadan kaldırma amacı da güdüldüğünü gördük. Örneğin, kayyumlar Kürtçe yapılan etkinlikleri veya Kürt geleneksel faaliyetlerini kısıtlayarak, engelleyerek merkeze bağlı tek tip bir kültürel anlayışı dayatıyor. Yine, Nazi işgali altında Polonya’daki ekonomik kaynaklar, Alman çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlendi; yerel halk kaynaklarını kaybederek sömürüye açık hale geldi. Kayyum yönetimlerinde, bölgenin gelir kaynaklarının merkezin atadığı memurlar ve yandaşlar tarafından kontrol edilmesi, yerel ekonominin merkeze bağımlı hale gelmesine yol açtı, yoksulluk kısa sürede bütün topluma yayıldı. Bu durum, bölgenin kendi kaynaklarını kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullanabilme özgürlüğünü sınırlayarak, ekonomik bir bağımlılık ilişkisi yaratmayı hedefledi.
Sonuç yerine;
Son zamanlarda gündemde olan ve barış temaları olan bu sürecin, Türkiye’deki muhalefeti parçalamak, Kürt partileri, Kürt siyasi şahsiyetleri arasındaki ilişkileri bozmak, manipüle etmek, çelişkileri artırmak ve mümkünse çatışmaya dönüştürmek gibi sonuçlara varılmak isteniyor. Bu da, çoğunluğu 90’larda köyleri yakıldığı için gelip, zamanla siyasi ve iktisadi bir sosyal dinamik haline gelen Kürtlerin oylarıyla seçilen Esenyurt Belediyesi yönetimine, Ülkücü olduğu bilinen bir kayyumun atanması marifetiyle deneniyor. Benzer biçimde de; KDP ve HÜDA PAR gibi partileri DEM Parti ve PKK ile karşı karşıya getirme uğraşı, Rojava’ya operasyon gibi dinamikler üzerinden “nihai çözüm”e varmak arzusu görülüyor.
Son kertede, bu dönemde Kürt ulusal birliği, Kürtlerin karşılaştıkları sorunların çözümünde daha etkili ve güçlü bir duruş sergileyebilmeleri için büyük önem taşıyor. Kürt halkı, ekonomik zorluklar, siyasi baskılar, kültürel hakların kısıtlanması ve bölgesel istikrarsızlık gibi birçok krizle mücadele etmek durumuyla yüz yüze. Birlik, Kürtlerin taleplerini daha geniş bir çerçevede dile getirebilmelerine, dayanışma içinde çözüm üretebilmelerine ve dış saldırılara karşı daha dirençli bir toplum yapısı inşa etmelerine katkı sağlayacaktır. Aynı zamanda, bu birliktelik ulusal ve uluslararası arenada Kürtlerin siyasi meşruiyetini artıracak, hak ve özgürlük mücadelesini daha güçlü bir şekilde temsil etmelerine olanak tanıyacaktır. Kriz dönemlerinde toplumun içinde bulunduğu dağınıklığın giderilmesi, ortak amaçlar doğrultusunda birleşilmesi, Kürt halkının geleceğe güvenle bakabilmesi için stratejik bir gereklilik ve hatta mecburiyettir.