arap halklarının, biladdüşşam ya da levant olarak adlandırdıkları bölgeyi batı avrupa’dan gelen emperyal güçler ortadoğu olarak tanımlamış; kendilerini merkez alarak! bugün, avrupa-merkezli bakış açısını benimsemeyen birçok yazar ve politik grup,bu bölgeden batı asya olarak söz etmeyi tercih ediyor. bu işin bir yanı.
buranın, kendini batılı sayan ve o güçlerle özdeşleşen türkiye cumhuriyeti vatandaşları tarafından sık sık “ortadoğu bataklığı” diye anıldığına da şahidiz, burayı kimin olduğu hale getirdiği üzerine bir an bile düşünmeden…
bu bölgede çok uzun zamandır halklar emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı mücadele veriyor. sadece kürt ve filistin direnişlerini kastetmiyorum, lübnan halkı farklı emperyal güçlere karşı çok uzun bir zaman mücadele etti, israil saldırganlığıyla da defalarca karşı karşıya kaldı. iran halkı, otokratik neoliberal rejime karşı mücadele ederken, ambargolarla hayatını daha da zorlaştıran abd’ye haklı düşmanlığı da sürdü; bu ülkede abd’den “büyük şeytan”, israil’den de “küçük şeytan” olarak bahsedildiği anlatılıyor. farklı ulus ve inançlardan suriye halkları, emperyal güçlerin silahlandırdığı cihatçılarla yıllarca mücadele etti ki bunların bazıları batı devletlerinin vatandaşıydı, türlü savaş suçları işlemek üzere suriye’ye gitmeleri için büyük kolaylık tanındı onlara. ırak’ta, özellikle 2003’teki işgal sırasında abd askerlerinin korkunç işkenceleri büyük bir infiale sebep oldu ve abd karşıtı fikirler güçlendi. kürt halkının dört ayrı devlet altında sömürgeciliğe karşı verdiği mücadeleyi bu gazetenin okurlarına anlatmaya gerek yok.
şunu da hatırlatmak istiyorum. genel olarak mücadeleyi, orduların meydan muharebesinde yenişmesi gibi tahayyül etmiyorsak halkların emperyal güçler arasındaki gerilimlerden, çelişkilerden yararlanmasının neden gerekli olduğunu, kaçınılmazlığını da görmemiz lazım.
hal böyleyken, suriye iç savaşı, rojava’nın inşası ve özellikle 7 ekim aksa tufanı operasyonu sonrasında gelişen süreçleri, bu süreçlerin yolunu açtığı dönüşümleri sadece emperyal güçler arasındaki gerilimlerle açıklamak, bütün bölgesel gelişmeleri devasa ölçekte işleyen bir komplo teorisinin içine sığdırmak akıl kârı mı? eğer öyleyse, halkların, direnişlerin herhangi bir biçimde özne olması söz konusu değilse, o zaman neden uğraşıyoruz, neden bu kadar çok insan can veriyor?
ana akım medyanın dış haberler sayfalarında ve buralardaki köşe yazarları arasında çok gözde olan yaklaşım halkların kendi kaderlerini tayin edemeyeceğini, direniş örgütlerinin herhangi bir biçimde özne olamayacağını, direnişlerin tarihi şekillendiremeyeceğini varsayar. bu bakış açısı yaygınlaştıkça halkın pasifizasyonu da artar, yani her şeyi abd-rusya-çin belirleyecekse, miting düzenlemeye, mitinge katılmaya falan ne gerek var diye düşünür insanlar, haklı olarak.
oysa bu doğru değil, her aşamada tarih, halkların iradesini temsil eden güçler, yapılar tarafından şekillendirilmiş, bundan sonra da böyle olması, hepimizin ortak çabasıyla mümkün olacak. yangınları sadece kurumsal itfaiyeler değil, evlerinden kovayla su taşıyanlar hatta ünlü öyküdeki, tek bir damla su taşıyan karıncalar söndürür. malum,nemrut’un yaktığı ateşe ağzında su taşıyan karıncaya “senin taşıdığın sudan ne olacak” demişler. karınca ise “maksat safımız belli olsun” demiş.
karınca haklı ve onurludur ama biz yine de safımızı belli etmekle yetinmeyelim, elimizden geldiğince, gücümüz yettiğince harekete geçelim, yeraltı yerüstü zenginlikleriyle, bereketli topraklarımızın kaderini kendimiz belirleyelim, bizi hiçe sayan bakış açılarına da pabuç bırakmayalım derim.