“Müzakereler o kadar uzun sürebilir ki, savaşa mı yoksa barışa mı ait oldukları hiç bilinmez.”
G. Deleuze
Filozof Deleuze’un yukarıdaki sözlerinin bağlamı elbette farklı. Bahsettiği müzakereler 1972-1990 yılları arasında geçen ve güç iddiası taşımayan felsefi müzakerelerdir. Ancak biz bu müzakere tanımını Kürt meselesine de uyarlayabiliriz. Zira Kürt meselesinde uzun yılları alan müzakere ve diyalog süreçlerinin savaşa mı yoksa barışa mı ait olduğu belirsiz bir hal aldı. Toplumun kahir ekseriyeti müzakere, mücadele yorgunu… Barışın konuşulduğu dönemlerde bile her şey pamuk ipliğine bağlıymışçasına, her an her şey bozulacak, daha kötüye gidecek, barış başka baharlara kalacak diye yaşanan tedirginliğin ve kaygının kendisi bile travmatik ve yıpratıcı bir hal aldı.
Barış süreçlerinde devreye giren hilelerin, yalanların, sahtekarlığın ve manipülasyonun yaşanan travmalardaki payı en az savaşın şiddeti kadar tehdit edici. Kötülerin performansı maalesef barış süreçlerinde başka bir formda yükseliyor ve alıcı da buluyor. İlginçtir ama insanların doğası kötüye eğilimlidir, olumsuza kulak kabartırlar. Kötü niyetli, kötülüğe eğilimli sosyoloji ön görülenin ötesinde bir auraya sahip. O zaman ha gayret diyelim!
Gece gündüz barış olmaması için, acaba nerede bir kulp bulabiliriz, nereyi karıştırıp kaşıyabiliriz diye sabaha kadar kafa patlatanlar var bu ülkede. Barışı isteyenler savaşı isteyenler kadar barışa kafa yorsaydı, bugüne kadar sayısız kez barışa erişmiş olurduk.
Yine de tüm hilelere, yalanlara, sahtekarlıklara ve manipülasyonlara rağmen toplumun önemli bir kesiminin “samimiyet ve güven” duyguları etrafında pratik barış arayışını sürdürmesi umut veriyor. Bunun en somut örneği uzun süreden beri Türkiye siyasetinde süregelen Kürt meselesi odaklı barış arayışıdır. Barış yolunda kimi mesafeler alındı. Buna rağmen gelinen aşamada henüz kalıcı ve onurlu bir barışa erişmiş değiliz.
MHP lideri Bahçeli’nin meclisin açıldığı 1 Ekim günü DEM Parti’nin sıralarına yönelip tokalaşması, grup toplantılarında tokalaşmayı pekiştiren açıklamalar yapması; DEM Parti’nin bu gündemi destekleyen ve güç veren bir konum alması, hakeza CHP lideri Özgür Özel’in olgun tavrı barış olgusunu yeniden ülkenin temel gündemi haline getirdi ve barış umudunu yeniden canlandırdı. “Nerden çıktı” diyenler 2015’ten beri Kürt meselesinde yükselen şiddetin, ödenen bedellerin bir sonu olması gerektiğini muhakeme edemiyorlar. Bu kesimler için çalkalanan dünyanın, yerle bir olan bölgenin ve kapıda duran risklerin de bir önemi yok. Zira savaş herkesin kapısında değil.
DEM’i manipüle etmek barışı reddetmektir
Barış umudunun yükseldiği bu günlerde eş başkanların ve parti temsilcilerinin birkaç haftadır barışı güçlendiren açıklamalarını görmezden gelen ve DEM Parti’nin PM sonuç bildirgesini hedefe koyan bir klik harekete geçti. PM metnine karşı kullanılan dil, sürecin hassasiyeti bakımından eleştirel ve yapıcı olmaktan öte, sürecin ruhundan çok uzaktı. Dahası ve fazlası dönemin ruhunun aksine, doğrudan partiyi köşeye sıkıştırmaya odaklı geleneksel motivasyonla yüklüydü. Birçok şeyin dımdızlak ortada olduğu bir süreçteyiz. Haliyle bir metne veya bir pratiğe yapılan herhangi bir eleştirinin içeriği, dili ve aklının ne kadar yapıcı olduğu, barışa ne kadar hizmet ettiğini defalarca deneyimleyen hatırı sayılır bir kamuoyu var. Dolayısıyla bu kamuoyunu da yanıltmaya çalışan bir motivasyondan bahsediyoruz.
Bu kliğin ağırlıklı olarak DEM’in olası bir süreçte, Kürtlerle yürütülecek bir diyalog ağında özne olmasını isteyenlerden oluşması ise pek çarpıcıydı. Fakat dile, üsluba ve motivasyona bakınca niyetin iddia ettikleri gibi DEM’i barışın ve demokratik siyasetin öznesi haline getirmeye değil; zapturapt altına alarak hizaya çekmeye, yeni bir egemenlik inşasının nesnesi haline getirmeye ve belki de hataya zorlayarak barıştan soğutmaya kadar giden kötü bir niyet olduğu anlaşılıyor.
Şayet bu işler DEM’i bu şekilde “belki istediğimiz yere iteriz” motivasyonuyla yapılıyorsa, bu kesimler ya DEM’i tanımıyor, tanımadıkları için de nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda bir kafa karışıklığı yaşıyor, ya da kendilerince DEM’i bir yere ittirmeye çalışıyorlar. İkisi de sorunlu. Sorunlu çünkü bir partiye “siyasetsizlik” dayatılarak barışın öznesi yapılamaz. Ayrıca bu kafanın barış deneyimlerinden de herhangi bir ders çıkarmadığı görülüyor.
2015’ten bu yana süregelen hudutsuz hukuksuzluk, haksızlık, adaletsizlik ve manipülasyon yetmezmiş gibi şimdi de barış olasılığının olduğu bir süreçte yeniden DEM’e çökme girişimi ile gerçekten hedeflenen ne olabilir? Savaş süreçlerinde yetmiyormuş gibi olası barış zamanlarında da DEM’e had bildiren koro şayet samimiyse biraz “adil” olmayı denemeli. Bugüne kadar hangi DEM’li baş üstünde baş, taş üstünde taş kalmasın demiş? Mesela bu kesim kullandıkları dilin çeyreğini bile iktidar cenahına karşı kullanabilirler mi? Asla! DEM’e saldırmanın konforu içinde tepinmenin kimseye ve hiçbir şeye mesafe aldırmayacağını artık görmeliyiz.
DEM Parti geleneği durduğu yerden barışı her zaman net bir şekilde savundu. Her türlü adaletsizliğe rağmen son kertede ortak yaşama çağrı yapmayı ihmal etmedi. En kötü zamanlarda bile demokratik siyasetten vazgeçmedi ve yılların barış deneyimi ve birikimi ile hareket etti. Sonuç itibariyle barışın savaşın bedelini ödemiş, eş başkanları ve on binlerce siyasetçisi hala cezaevlerinde olan, partisine kapatılma davası açılarak siyaseten tasfiye edilmeye çalışılan bir partiden bahsediyoruz. Tüm bunlar neden görülmüyor, neden buralara kör kalınıyor da sadece kusur aranıyor, göz üstündeki kaş dert ediliyor?
Kaldı ki barış olgusu DEM geleneği için hiçbir zaman konjonktürel bir olgu olmadı; ilkesel ve ontolojik bir mesele olarak kabul gördü. Barışın konjonktürel baskısı hiç kimseyi aptallaştırmamalı, ara ara tarihe dönüp bakmalıyız; kimin neyi, nasıl savunduğunu hatırlamalı; programına, pratiğine, duruşuna, emeğine bakabilmeliyiz; bu çok zor olmamalı. Eğer bunu yaparsak kimsenin kimseyi bir yere itmesine gerek kalmaz.
Barış ihtiyacı
Sonuç itibariyle; her dönemin barış karşıtı savaş sevicileri, fırsatçı tipleri vardır, olacaktır. Bu kesimler genellikle acımasız bir şekilde isterler ki her gün bir yerlerde patlamalar olsun, cenazeler gelsin de onlar da çıkıp hamaset yaparak rant devşirsinler. Timsah gözyaşlarını çok gördü Türk ve Kürt halkı. Savaş kışkırtıcıları bu saatten sonra tarihte bir karıncanın bile ayağının burkulmasından sorumlu tutulmaktan kurtulamayacaktır. Toplumun ve halkın bal gibi Kürt meselesinde barışa ihtiyacı olduğu bir süreçte kişisel kariyer ve konfor kaygısı dışında başka dertleri olmayan birkaç trolün barış arayışının önüne geçmesine müsaade etmemeliyiz. Savaşta ve barışta lüzumsuz fırsatçılara meydanı bırakmadan, ne olursa olsun barış yolunda alınan hiçbir mesafenin başa alınmasına izin vermemeliyiz.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılında kötü geçen bir yılı geride bıraktık. Elde sopayla topluma höt höt çekerek barışın gelmeyeceğini yüz yıllık cumhuriyet tarihi bize defalarca öğretti. Kuşkusuz güvenlik retoriğiyle de barışın gelmeyeceğini defalarca deneyimledik. Yaşadığımız tüm olumsuzluklara rağmen Kürtlerle Türklerin ortak yaşamına dair genel kanaat zayıflamadı.
Bugün içinde bulunduğumuz konjonktürde eğer gerçekten bölgesel ve küresel riskler iki halkın geleceği açısından tehlikeli bir hal almışsa; milyonların ortak yaşamı ve geleceği söz konusuysa; yoksulluk, işsizlik, göç ve karanlık bir gelecek bizleri bekliyorsa ve barış bu tür risklerin önünü alabilecek en maliyetsiz ve gerçekçi yol ise o zaman kimsenin barışa burun kıvırmaya hakkı yoktur.
Eğer barış tüm ülkeye lazımsa o halde barışın sorumluluğu da sadece DEM’e ve Kürtlere yüklenmemeli; herkes bu sorumluluğu kendi gücü oranında taşıyabilmeli, taşın altına elini koyabilmeli. Kürt meselesinde açığa çıkan çözüm olasılığı DEM’i yıpratarak, zapturapt altına alarak çarçur etmeye kimsenin hakkı olmamalı. Sürecin yürümesinin en etkili yollarından biri adil olmaktır. Adil olduğumuz kadar barışa sahip olabiliriz.