2024’ün dehşet dolu dünyasından bakınca Norman’ı anlamak da mümkün yargılamak da. Binlerce kilometre ötedeki çocuklar için kendini ateşe verdi o. Küçük kızı Emily, az ötedeydi. Bütün çocukların simgesi olarak
Arif Mostarlı
“Ben, nihayetinde onunla birlikte hakikat ve umudun bir sembolü olmak için orada olduğuma inanıyorum. Ve bu rolümden memnunum.”
Uzun yıllar sonra, her şey soğuyup içselleştiğinde, geriye dönüp bakarken böyle diyordu Emily Morrison. Zor bir geriye dönüş bu. Babası gözlerinin önünde yanan küçük bir kız çocuğunun yıllar sonra bunu hazmedebilmesi gerçekten kolay olmamalı.
Pentagon merdivenlerinde
2 Kasım 1965’te oldu her şey. Norman Morrison, bir yaşındaki kızı Emily’yi kucağına alıp arabaya bindi, Washington DC’ye gitti ve sonra onu kalabalığın içinden bir kadına emanet edip Pentagon’un merdivenlerinde, tam da Savunma Bakanı Robert McNamara’nın penceresinin altında bedenini ateşe verdi. Ambulansla hastaneye götürüldükten iki dakika sonra yaşamını yitirdi.
Eşi Anne Morrison son yemeklerini şöyle anlatacaktı: “’Yapmadığımız ne kaldı?’ diye sordu. Ses tonu ciddiydi ama oldukça sakin görünüyordu. Çorbayı karıştırmaya devam ettim ve ‘Gerçekten bilmiyorum’ diye yanıtladım. Savaşı durdurmak için yapabileceğimi düşündüğümüz her şeyi yapmıştık: Dua etmek, protesto etmek, lobi yapmak, gazetelere ve iktidardaki insanlara mektuplar yazmak… Ona ‘Tek bildiğim umutsuzluğa kapılmamamız gerektiği’ diye yanıt verdim.”
Öğle yemeğinden sonra Anne, bazı işlerini halletmek için dışarı çıktı. Norman ise Emily ile beraber Pentagon yolundaydı.
Elinden geleni yapmak
Morrison, Pennsilvanya’da doğmuş ve Presbiteryen tarikatında büyümüştü. 1956’da ise ayinleri reddeden ve köklü savaş karşıtlığı geleneğine sahip bir Hristiyan mezhebi olan Quaker’lara ilgi duymaya başlamıştı. Bir süre sonra ateşli bir pasifist haline gelen ve yine bir Quaker olan Anne Welsh ile evlenen Norman, Vietnam Savaşı’nı kınayan eylemlerde rol almaya başlamıştı. Eyleminden altı ay önce, 9 Mart’ta, ABD Başkanı Lyndon B. Johnson, Vietnam Savaşı’nda napalm kullanımına izin vermişti; bu, en az 50 bin sivilin ölüm emriydi. Norman ve arkadaşları, ABD’deki binlerce antimilitarist gibi bu kirli savaşı ve çocuk ölümlerini durdurmak için yüzlerce eylem yaptılar. Ancak Amerikan savaş mekanizması Vietnam’ı ezmekte kararlıydı. Tam bu aşamada Norman, tarihe geçecek eylemini gerçekleştirdi.
Emily’yi özellikle yanına alması daha sonraları çok tartışıldı. Yıllar sonra Anne, “Bunu böyle düşünmüş olsun ya da olmasın, Emily’nin yanında olması Norman için son ve büyük bir teselliydi” diyecekti; “Emily, bombalarımız ve napalmımızla öldürdüğümüz çocukların çarpıcı bir simgesiydi. Bunun görülmesini istedi belki de. O çocukları kollarında tutacak anne babaları yoktu!”
No Chi Minh’ten taziye
Norman, trajik ölümünden sonra büyük bir barış simgesi haline geldi. Amerika’daki barış eylemlerinin tümünde insanlar onu saygıyla anarken, Vietnam halkı ve Ho Chi Minh tarafından taziye mesajı ve ‘Mo Ri Xon’ adıyla ödüllendirilip kahraman olarak görüldü. Vietnamlı şair Tố Hữu, Emily’ye hitap eden “Emily, çocuğum” şiirini yazdı. Çok sonraları Anne ve iki kızı Vietnam’ı ziyaret ettiklerinde Tố Hữu ile tanıştılar.
McNamara bile -Vietnam kasaplığına devam etmekle birlikte- eylemden etkilendiğini gizlemeyerek yıllar sonra “Onun eyleminin dehşetine duygularımı bastırarak tepki verdim ve bunları kimseyle -hatta ailemle bile- konuşamadım” diyecekti.
Zor bir miras
Ama yine de bu, Morrissonlar için ağır bir travmaydı. Eşi, hastanede, Emily’yi ve Norman’ın eşyalarını aldı. En zoru, diğer iki çocuk olan Ben ve Christina’ya haberi vermekti. “Yatağın kenarına oturduk ve birbirimize sarıldık. Onlara babalarının çok uzak bir ülkede acı çeken çocuklara yardım için öldüğünü söyledim.” Çocuklar için bunu anlamak çok zordu ama. “Daha iyi bir yol yok muydu? Neden Babamız olmak zorundaydı?'” Christina o günlerde 5 yaşındaydı. “Uzak bir ülkenin insanlarının neden bizden daha önemli olabileceğini merak ediyordum. Küçük bir kız olarak kalbim kırılmıştı ve Ben’inki de öyleydi,” diyor Christina. “Tüm renkler soldu ve evimiz artık hüzünlü ve boştu.”
Anne, onları gözetirken barış çalışmalarına da devam etti. Bu arada çocuklardan Ben’e kanser teşhisi kondu ve birkaç yıl sonra 16 yaşında öldü. Bu ikinci kayıp yıkıcıydı. “Ben de ölmek istedim,” diyor Anne. “Hayat anlamsız geliyordu Her duş aldığımda ağlıyordum. Geriye dönüp baktığımda Norman için de ağladığımı fark ediyordum.”
Geriye dönüp bakmak
Anne, 1999’da Vietnam’a davetli olarak uçtu ve artık otuzlu yaşlarda olan Christina ve Emily’yi de yanına aldı. Christina, “Çocukken,” diyor, “babamın ölümünü anlamama yardımcı olan tek şey Vietnam’daki acının farkında olmaktı. Ziyaretimizde, babamın fedakârlığının onlar için ne kadar önemli olduğunu anlatan çocuklardan bazılarıyla tanıştım. Bu benim için tarif edilemez bir şifaydı.”
Emily, bugün hâlâ babasının onu yanında götürmesinin bir anlamı olduğunu düşünüyor. “Beni dahil ederek, ‘Bu çocuk da yakılsa nasıl hissederdin’ sorusunu sorduğunu hissediyorum.”
Bugünden bakınca çoğu ebeveyn Norman’ın bu tercihini yadırgayabilir; bu anlaşılır bir şey elbette. Ama Norman’ı yargılamak bizim işimiz olmamalı. Ya da eğer yargılayacaksak, aynı anda, çırılçıplak gövdeleri napalm ile yanarken çığlıklar atan çocukları da düşünmeliyiz.
Adil olan bu bence.