25 Kasım Uluslararası Mücadele günü, bizim coğrafyamızda kadınlar için günler öncesinden başlayan haftalara yayılan neredeyse 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ayarında bir tarihsel güne dönüşmüş durumda. Çünkü halen en büyük meselemiz olan kadın cinayetleri ve giderek değişik görünümlerle de karşımıza çıkan şiddetle mücadele ediyoruz. Dolayısıyla bu tarih, yaşadığımız sorunu ve çözüm yollarını anlatmanın bir imkanı oluyor bizim için.
Gönül isterdi ki, bu sene daha az kadın cinayeti oldu, daha çok kadın hayatta kaldı diyebilelim. Diyemedik. Ama öte yandan kadınlar, her gün sesleri ölümle kesilenler, daha önce olmadığı kadar da canlı bir mücadele yürütüyoruz. Ölümle susturulmaya çalıştıkça canlanıyoruz. Tıpkı dünyada yükselen mizojini karşısında, bütün coğrafyalarda feminizmin canlanıp durgunluğu yırtıp atması gibi, Türkiyeli kadınlar da önleri kesildikçe daha kararlı hale geliyor. Tıpkı kolluk kuvvetleri tarafından önümüz kesildikçe her yeri eylem alanına çevirdiğimiz gibi.
En önemlisi şiddet gören kadınlar sessiz kalmıyor artık, ardından kadın hareketi de onları asla yalnız bırakmayarak hemen çevreliyor ve en sonunda toplum da haklı olanın yanında yer alıyor. Toplum değişiyor, sürekli dayatılan kadın düşmanlığına; geleneği öne çıkaran yaklaşıma rağmen toplum modernleşiyor. Örneğin son dönemde, mevcut egemen havaya sırtını yaslayarak kazanacağını sanan kadın düşmanları; Ceceli, Ahmet Kural, Tuba Ekinci ve benzerlerinin düşüşüne tanık olduk. İşler hiç de istedikleri gibi gitmedi. Çünkü toplum da değişiyor: Kadir Has Üniversitesi’nin her yıl tekrarladığı “Toplumsal Cinsiyet Algısı” araştırmasına göre toplumda “şiddeti bir boşanma nedeni olarak görme” eğilimi yükseliyor. “Kadınlar evlendikten sonra çalışmasın”, “erkekler ağlamaz, erkekler asker doğar” gibi klişe cinsiyetçi kalıplara göre düşünme oranı yıllara göre azalıyor. Halen %20 civarında ama düşünün bu rezalete katılmayan milyonlar var. İşte bu noktada paradoks şudur; iktidar, % 80 oranında bir nüfusun geldiği noktadan, görüldüğü gibi kendi seçmeni olan kadın ve erkeklerin gerçeğinden çok uzağa düşmüş durumda. Bizim derin çelişkimiz bir de budur: iktidar, kadınların ve ona destek veren, kendi seçmenini de içeren milyonların; en az 65 milyondan oluşan toplumun arayışını görmüyor, bu noktada da gerçeklikten kopmuş. Ancak geçtiğimiz günlerde Sıla Gençoğlu’nun haklı ve dik duruşuyla şiddet ile mücadelenin gündeme gelmesinde olduğu gibi, bu kocaman nüfus bir tepki ortaya koyunca, arada gerçekle bağ kurup açıklama yapmak zorunda kalıyorlar. Nitekim İçişleri Bakanlığı aylar öncesinde verilen bir meclis önergesine bu dönemde cevap vermek zorunda kaldı ve “polis kayıtlarına göre 1 yıl 7 ay zarfında şiddet nedeniyle 393 kadının öldürülmüş olduğunu” açıkladı. Bu oranın ve cinayetlerin %22 azaldığı iddiasından bütünüyle kuşkudayız ama asıl önemli olan şu; 393 kadın önlenebilir ölümle hayatını kaybetti ne demek? Bir kadın cinayeti bile fazlayken, böyle bir açıklama mahcup bile olmadan, cinayetler azaldı diyerek yapılabilir mi?
Ülke içerisinde bunlar olurken, gerçeğin sesi bu sene uluslar arası olarak da ortaya düştü: İstanbul Sözleşmesinin uygulamalarını denetleyen uluslararası heyet; GREVİO Türkiye raporu yayınlandı. Rapor, “kırmamak için” Türkiye’de kadına yönelik şiddet konusundaki durumun inkâr edilemez ilerleme kanıtının, endişe veren sebepler ile beraber bulunduğu karışık bir resim sunduğunu söylüyor, “Devlet sisteminin mağdurları koruyamamasının, Türkiye’de kadınların zaman zaman, “yeniden mağdur edilme ve/veya çifte mağduriyete” uğrama nedeni olduğuna dair yeterli kanıtın var olduğunu tespit ediyordu.
Şiddetle mücadelede altın standart olan ve her yönüyle somut görev tanımlayan İstanbul Sözleşmesi raporunun, yapılmayan görevleri ortaya koyan yüzlerce maddesi var. Ama özü itibarıyla diyor ki; “Bir erkeğin ya da ailenin onur ve saygınlığının, kendileriyle ilişkili kadınların davranışları ya da varsayımsal davranışlarıyla özünde ilişkili olduğu anlayışının ortadan kaldırılması; zira bu anlayış, ataerkil tutumlara dayanır ve kadınları kontrol etmeye ve kişisel özerkliklerini frenlemeye hizmet eder… Özellikle, yetkililer, kadın hakları meselesini kültürel olarak ele almalarına karşı tavizsiz bir duruş sergilemeli ve toplumdaki eşitsiz toplumsal cinsiyete sahip yapılarda yer alan kadınlara yönelik şiddetin temel nedenine dikkat çekmelidir”.
Biz de kadınlar koşardı, koşamazdı, aday olurdu olamazdı diye konuşuladursun, işte görüldüğü gibi, uluslar arası toplum da Türkiye’deki kadınların eşit varlığını savunan %80 oranı gibi düşünüyor. Hadi onlar “dış mihrak” diyelim, bu seferde yine içerideki milyonların gerçeği var. İçeride ve dışarıda gerçeklik böyle ve asla yalnız değiliz. Bu yüzden de, Gülse Birsel’in kadınlara tam 25 Kasım arefesinde bir hediye gibi sunduğu o şahane videoda olduğu gibi; “dik duran kadınlarla, o senaryolar yeniden yazılacak”. Sadece dizilerde değil, gerçek hayatta yazılacak, kadınlar kazanacak.