“Kimse kendi rızası olmadan aşağılanmaz.”
Oscar Wilde
Savaş rejiminin ağırlık merkezi hala Suriye sahasıdır. Suriye’de savaş vekaleten başlamış olsa da son kertede iki küresel gücün birbirlerine omuz atacak kadar yakınlaşması savaşın vekâleten değil asaleten, bölgesel değil küresel bir karaktere sahip olduğunu gösterdi. Batı ve Doğu kutupları Suriye’de yeni silah teknolojilerini deneyerek jeopolitik-jeostratejik hedeflerini güncellediler. Suriye savaşından sonra (ki Suriye savaşı hala devam ediyor) gelişen olaylar buradaki kazanımları korumaya, kayıpları geri almaya dayanıyor. Savaşın uzamasının asıl nedeni hesapta olmayan halk direnişlerinin (Arap baharı-Kürt baharı) krizleri derinleştirmesi ve her iki kutupta şaşkınlık yaratmasıydı.
Suriye savaşında üç eşik belirleyiciydi. Birincisi, 2010’da halk ayaklanmalarının başlaması, hemen sonrasında rejimin sert müdahaleleriyle şiddeti tırmandırması, batı ülkelerinin savaşa dahil olması, rejimin toprak kaybetmesi, ABD’nin kendi müttefiklerini yönetemez hale gelmesi ve Suriye bataklığına saplanmasıyla yaşandı. Bu eşiğin en çarpıcı kısmı beklenmeyen bir şekilde Rojava Kürtlerinin savaşın kaderini değiştiren bir aktör olarak ortaya çıkması ve oyundaki yerini almasıydı.
İkinci aşama, 2015’in sonbaharında, Rusya’nın soğuk savaşın sona ermesinden bu yana ilk defa sınırları dışında silahlı bir çatışmaya girmesiyle başlayan aşamadır. Rusya’nın sahaya inmesiyle selefi muhaliflerin ve batı cephesinin gerilediği bu aşama savaşın seyrini değiştirdi. Rusya BM’nin Suriye’ye yönelik yaptırım ve istifa önerilerini defalarca veto ederek net bir duruş sergiledi. Bu aşamanın en çarpıcı tarafı, Rusya ve İran’nın Suriye savaşına doğrudan dahil olmasıyla rejimi düşmekten kurtarmaları ve bu sayede bölgesel ve küresel ölçekte etki alanlarını genişleterek prestij kazanmalarıdır. Rusya, İran ve Hizbullah’ın doğrudan desteğiyle Suriye rejimi kaybettiği toprakların önemli bir kısmını geri alarak imaj tazelemiş oldu.
Rusya’nın Türkiye’de gerçekleşen15 Temmuz darbe girişimini önceden bildiği ve bu bilgiyi iktidar çevreleriyle paylaşarak Türkiye’yi de yanlarına çektiğine yönelik senaryo ise belli ölçülerde hala gerçekliğini koruyor. Türkiye’in savaşın ikinci aşamasında saf değiştirerek batı kutbundan hızla uzaklaşması ve Rusya ile iş tutmaya başlaması bahsi geçen senaryonun doğruluğunu destekler nitelikte.
Üçüncü aşama, 2020’de İran’ın Devrim Muhafızları Ordusu Kudüs Gücü Komutanı olan Kasım Süleymani’nin ölümü ile başlayan ve Rusya-İran’ın başında olduğu cephenin gerilemesiyle hala süren aşamadır. 2020 sonrasında Kasım Süleymani’nin öldürülmesi, Ukrayna savaşının başlaması, suikastler ve sofistike şiddet gösterileriyle İsrail- Filistin savaşının şiddetlenmesi ile birlikte batı hegemonyası yeniden güçlenmeye başladı. Rusya ve İran’nın başını çektiği cephenin kazanımları birer birer geri alınıyor.
Neler oluyor?
Herkesin birbirine sorduğu soru bu. Ortadoğu’da, etnik-mezhepsel, sistem içi- sistem dışı değişkenlere bakılmadan bir düzenleme yapıldığı çok açık. Arap baharı ile bazı tiranlar devrilmişti. Şimdi ise Suriye savaşı devam ederken sistem dışı Selefi damar Hamas ile, Şii damarı ise Hizbullah ile zayıflatılıyor. Bölgesel hegemonya savaşları İran’ın Şiiler üzerinde, Türkiye’nin Sünniler üzerindeki etkisi kırılarak yeniden dizayn ediliyor. Rusya, Ukrayna savaşı ile evinde durdurularak küresel hegemonya yeniden inşa ediliyor. Rusya’nın ve desteklediği bölgesel dinamiklerin Suriye savaşının ikinci aşamasında ele geçirdiği üstünlüğü kaybediyor. Darbeleme tekniği ile Rusya Ukrayna savaşında frenlenirken kuşkusuz kazanımlarını kaybetmek istemiyor. Bundan sonraki tüm oyunlarını buna göre kuracak. Gerekirse batı ile uzlaşacak. İran tedirgin, stratejik sabır dedikleri meselenin balon olduğuna ilişkin ironik değerlendirmeler var. İran’ın bölge ülkelerinde konumlandırdığı vekil-paramiliter güçler tasfiye ediliyor. Belli ki İran’ın hegemonyası kırılarak kendilerine belli bir şans verildi. Eğer bu senaryo doğruysa İran, İsrail ile savaşa girmeden dışarıda etkisini yumuşatabilir, içerde bir takım reformlara gidebilir. Savaş Suriye sahasından biraz daha güneye doğru kaysa da Suriye rejimi mayınların ortasında ayakta kalmaya çalışıyor.
Türkiye’nin ise bu denklemde kendi içine dönmesi bekleniyor. Arap baharında ve özellikle Suriye savaşında sürdürülen mezhepçi ve milliyetçi politikalar hem Suriye’nin hem Türkiye’nin iç barışına fazlasıyla zarar verdi. Suriye rejiminin düşmesi için muhaliflere her türlü desteği veren Türkiye, şimdi düşmeyen rejimle diyalog kurma arayışında. Kürt meselesinde yaşanan kafa karışıklığı bölgesel ve küresel siyasette inanılmaz hataları beraberinde getirdi. Bu hatalar bir taraftan Suriye rejimi ile diyalog kurarak, diğer taraftan içerde Kürtlerle tokalaşarak telafi edilebilir mi, bunu şimdilik bilemiyoruz.
Ortadoğu’da nasıl yaşamalıyız?
Ortadoğu’da tam bir kaos hakim; derin bir siyasi, iktisadi ve kültürel kriz yaşanıyor. Bu kriz Ortadoğu savaşlarına dahil olan bölgesel ve küresel güçlere bulaşsa da en büyük bedelini Ortadoğu halkları ödüyor. Bu hikayede nerede durmalıyız? Milliyetçiliğe, mezhepçiliğe, cinsiyetçiliğe, otoriterliğe, savaşa karşı; kapitalist, emperyalist, kolonyalist dizayna karşı ne yapmalıyız?
Savaş İsrail-Filistin-Lübnan hattında şiddetli bir şekilde sürüyor. Büyük bir yıkım, kırım, ölüm ve talan yaşanıyor. Şiddetlenen savaşın nereye doğru gideceği belirsizliğini koruyor. Şiddet ritüellerinin kesintisiz sürmesi ve durmadan yapılan misillimeler yaşanan insani drama rağmen etkili bir savaş karşıtlığı hareketinin oluşmasına yol açmıyor. Dahası bu savaş iklimi karşısında ne yapılması gerektiğine dair uluslararası toplum bir tutum karmaşası yaşıyor. Bu dönemin belki de en çok akılda kalacak kısmı, savaş karşıtlığının ve barış talebinin, hakeza insani dramın bir ahlaki sorun olmaktan hızla çıkmaya başlaması.
Ortadoğu’da hem savaşının hem barışının küresel etkileri olacaktır. Bu durumda öncelikle Ortadoğulular içerde barışmayı becerebilmeli. Ortadoğu ile ilgili coğrafi bir hissiyata, Ortadoğulu olmanın aşağılanmadığı bir kimliğe ihtiyaç var. Her şey inşa edildi ve bu sorunlu inşalar değişip dönüşebilir. Evet Babilliyiz, Bağdatlıyız, İskenderiyeliyiz, Amedliyiz… Bereketli Hilal’den Nil’e, bizler hep buradaydık. Aynı nehirlerden su içtik, benzer rüyalar gördük. Kendi rüyalarımızın peşinden gitmeliyiz. Nehirlerimizin kenarında, dağlarımızın kıyısında uygarlıklar icat eden bizlerdik. Matematik, geometri, felsefe, mantık, sosyoloji, siyaset bu topraklardan dünyaya yayıldı. Evet, batıya karşı doğu fetişizmine saplanmayalım ama yaşadığımız coğrafya ve buradaki halklar, kimlikler ve inançların bu kadar aşağılanmasını hiçbirimiz kabul etmemeliyiz. Batının halklarıyla dost, kendi içinde barışçıl bir kültür yaratabiliriz. Tam da bu perspektifle Ortadoğu toplumları olarak gelecek nesillere kan davaları bırakmamak adına yeni bir manifestoya, yeni bir akla ihtiyacımız var.