Aile başta olmak üzere yargı ve kontra faaliyetleri dahil tüm kurumlarıyla birlikte bir suç örgütü olan devlet tarafından yaşamdan koparılan küçük bir kız çocuğunun ölümüyle, bu gerçeklerin yanı sıra toplumsal çürümenin geldiği boyut da daha kesin bir şekilde açığa çıkmış oldu
Sezin Uçar*
Susurluk, sadece yolu düşenlerin bildiği bir taşra kasabası iken, kazanın gerçekleştiği 96 yılından bu yana devletin kontrgerilla faaliyetlerinin kavramsal adı olarak ifade ediliyor. Narin Güran’ın yaşadığı ve katledildiği Amed’in Bağlar ilçesinin köyü olan Tavşantepe de Narin’in öldürülmesiyle birlikte açığa çıkan gerçekler nedeniyle sadece bir yerleşim yerinin adı değil.
1950’li yıllardan bu yana ABD ve NATO’nun girişimleriyle savaş konjonktürü içinde isimleri ve biçimleri değişen ama sürekliliği korunan farklı kontrgerilla aparatları örgütlendi. JİTEM, özel harekat timleri, komünizmle mücadele dernekleri, özel harp daireleri, Hizbullah, güncel olarak da SADAT ve Hüdapar’da karşılığını bulan kontra faaliyetleri korku ve şiddetle, kadınların politik İslamcı argümanlarla köleleştirilmesinde, uyuşturucu ve seks ticaretinden elde edilen gelirle toplumsal çürümenin derinleştirilmesinde özel bir rol oynuyor.
Devletin Kürdistan’daki savaş politikasının bir sonucu olarak gelişen ve yıllar içerisinde biçim değiştiren, bölge halkı tarafından çok iyi bilinen ancak Türkiye’nin batısında henüz aynı bilinç düzeyiyle ele alınamamış olan politik İslamcı rejimin kadınlara ve çocuklara dönük politikası ve son kertede tüm toplumca daha çok mücadele edilmesi gereken erkek egemen devlet tarafından katledildi Narin.
Aile başta olmak üzere yargı ve kontra faaliyetleri dahil tüm kurumlarıyla birlikte bir suç örgütü olan devlet tarafından yaşamdan koparılan küçük bir kız çocuğunun ölümüyle, bu gerçeklerin yanı sıra toplumsal çürümenin geldiği boyut da daha kesin bir şekilde açığa çıkmış oldu.
Soruşturma sürecinin başından bu yana tüm toplum, devletin ve yargının özel olarak yönlendirdiği; çocuk haklarını, evrensel hukuk ilkelerini ve basın etik ilkelerini de ihlal etmekten çekinmeyen basın kuruluşları aracılığıyla konuyu yer yer cinayeti çözmeye çalışan bir dedektife yer yer de magazin programı seyircisine dönüştürülmeye çalışılıyor. Narin’in neden ve nasıl bir şekilde öldürüldüğü, delillerin nasıl karartıldığı, faillerin nasıl ve kimler tarafından desteklendiği-korunduğu gibi duruma doğru soruları sormak yerine “Narin görmemesi gereken neyi gördü?” sorusu üzerinden gerçekler çarpıtılmaya çalışılıyor. Her gün televizyonlarda şok edici yeni gelişmeler adı altında hissettiğimiz acının, ataerkil devlete ve kadın ve çocuklar için şiddet, sömürü ve ölümden başka bir karşılığı olmayan şef tipi aileye karşı bir adalet mücadelesine karşı örgütlü bir öfkeye dönüşmesinin önü alınmak isteniyor. Toplumsal çürüme daha da derinleştirilerek bir çocuğun öldürülmesi üzerinden şiddet normalleştiriliyor. Toplumsal öfke, ırkçı argümanlarla Kürt toplumuna ve kültürüne, kadın düşmanı ve cinsiyetçi yargılarıyla Narin’in ailesindeki kadınlara odaklanıyor. Narin’in tabutuna örtülen duvak ya da mezarına yığılan oyuncaklar dahi bu iki yüzlü politikanın bir göstergesi.
Narin’in ardından yaşananlarla, Tekirdağ’da cinsel istismara uğrayan Sıla bebeğin yaşamını yitirmesi, iki genç kadının gün içinde aynı fail tarafından katledilmesi ve kadınlardan birinin öldürüldükten sonra kesilen organlarının Edirnekapı surlarından atılmasıyla kadına ve çocuklara dönük şiddetin geldiği düzeyi ve yarattığı toplumsal sonuçları yeniden yaşıyoruz.
Bugün başta üniversite kampüsleri olmak üzere, lise önlerinde ve kent meydanlarında genç kadınlar öncülüğünde kitlesel eylemler düzenleniyor. İkbal ve Ayşenur’un katledilmesiyle yargının cezasızlık politikasına tepkiler büyürken, özsavunmanın kadınlar için kaçınılmazlığı, İstanbul Sözleşmesi’nin yeniden imzalanması talepleri daha güçlü yükseltiliyor.
Yıllardır Kürdistan’daki devlet politikasıyla sistematik bir şekilde mücadele eden Kürt kadın hareketi aktivistleri, İpek Er için Gülistan Doku için adalet arayan özgür genç kadınlar devlet baskısının da dolaysızca hedefi haline geldi. Hakkari’de uyuşturucu ve seks ticareti yapan bir çeteyle ilgili haberi nedeniyle gazeteci Rabia Önver’in evinin basılması, gazeteciler aracılığıyla tüm toplum üzerinde yaratılmak istenen korku ikliminin bir örneği. Ancak bugün yaygın ve kitlesel eylemler bu korku ikliminin aralandığını ve toplumsal çürümeye karşı önemli bir itirazın da yükseldiğini bize gösteriyor. Kadın özgürlük mücadelesinin birikim ve deneyimi bu itirazı dönemsel bir tepkiyle sınırlı kalmayacak şekilde örgütleme kapasitesine sahip.
Tüm bu birkaç aylık süre içerisinde; Hizbullah’ın devamı niteliğinde olan Hüdapar’la devletin organik ilişkisi, çocuklara dönük istismarın meşrulaştığı aile kurumu, yargının cezasızlık politikası, basının bu gündeme dair yaklaşımı bu denli ifşa olmuşken bizler sadece üzülmekle ve eleştirmekle yetinemeyiz. Narin için ve Narin’den önce katledilen tüm çocuklar için de güçlü bir adalet mücadelesi örmeliyiz. Narin, Ayşenur ve İkbal için adalet mücadelesini yükseltirken; her koşulda kaynağını devletin cezasızlık politikasından alan tüm kadın cinayetlerinin, kaybolan çocukların, çocuklara yönelik istismar ve çocuk ölümlerinin politik olduğu gerçeğinden uzaklaşmamalıyız.
Narin için adalet isterken, TÜİK’in kayıp çocuk sayısını yıllardır açıklamıyor oluşunu sorgulamalı, 2018 yılından bu yana işgal altında olan Efrin’de kaçırılan çocukların ve kadınların, deprem bölgelerinde kaybedilen çocukların akıbetini sormalıyız.
Susurluk sonrasındaki süreç güçlü bir toplumsal tepkiyle, devletin; kendi hukukuna bağlı kalmadığı, kontrgerilla çeteleri kurarak tamamen keyfi biçimde katliamlar yaptığı, “örtülü savaş” yürüttüğü, işçi sınıfı ve emekçi yığınlara, halklarımıza karşı çok ağır ve affedilmez suçlar işlediği açığa çıkarıldı. Açığa çıkarılmanın yanı sıra aynı zamanda bütün bu suçlar; Başbakanlık Teftiş Kurulu raporlarında yer bulacak şekilde kabul ve itiraf edildi. Bugünse Tavşantepe’de ifşa olan tüm suçlar için de güçlü bir toplumsal mücadele yükseltilebilir, sadece Narin’i katledenler değil bir çocuğun ölümüyle ifşa olan tüm suçların failleri yargılanabilir.
Ayşenur ve İkbal’i katleden failin intihar etmiş olmasıysa hesap sorulacak bir öznenin olmadığı anlamına gelmiyor. Bugüne kadar genç kadınların şikayeti üzerine kimin nasıl bir kayıtsızlıkla hareket ettiği, erkek egemen ailenin, yargının, okul idaresinin ve daha pek çok kurumun rolü sorgulanmalı ve tüm failler açığa çıkarılmalıdır.
Önce Narin’in, ardından İkbal ve Ayşenur’un katledilmesi ve sonrasındaki tüm sürecin toplumsal çürümenin derinleştirilmesi üzerinden yürütüldüğü bir siyasal atmosferde; hukuk kurumları ve kadın örgütleri başta olmak üzere tüm demokratik kitle örgütlerinin; kitlelere devletin kontra faaliyetlerinin amacını anlatan, bunun kadınlara ve çocuklara şiddet politikasıyla bağını kuran, kitleleri örgütlenmeye, itiraz etmeye ve özsavunmaya çağıran ortak bir mücadele programında birleşmeleri kaçınılmazdır. Toplumsal çürümeyi durdurmak, başka çocukların ve kadınların ölmesinin önüne geçmek için bu sorumluluğu almak dışında başka bir yol da bulunmamaktadır.
* Özgürlük için Hukukçular Derneği (ÖHD) üyesi, avukat