Yeni Cumhurbaşkanlığı sistemi sahiden “yeni”. Daha önce bu ülke öyle ya da böyle siyasi aktörlerin parlamentoda etkileşimleriyle meydana gelen bir yönetim tarzıyla yönetilmekteydi. Yürütme ile yasama her daim yüz yüze birbirlerini eleştirerek yol alıyorlardı. Yürütmedekiler yasamadaki muhalif partilerin eleştirilerinden etkilenerek orijinal düşüncelerinden vaz geçmek ya da onları esnetmek durumunda kalabiliyorlardı. Böylelikle bazen ya da az olmayan sıklıkta, muhaliflerin de tercihleri alınan kararlara yansıyabiliyordu. Hele hele yürütmenin bir koalisyon olma hali, kendi içinde sorunlar taşısa da farklı fikirleri ve farklı çıkarları birbirleriyle buluşturma olanağı anlamına geliyordu.
Buradan eskiye bir özlem duyduğum düşüncesine kapılmayın. Siyasi partiler yasası ve seçim yasası var olan biçimiyle devam ettikçe bizdeki demokrasinin adının yalnızca parantez içine alınarak yazılması gereken bir yönetim tarzı olduğu bence çok açık. Ama ona rağmen parlamentonun işleyişi başta olmak üzere yeni cumhurbaşkanlığı sistemi bundan önceki işleyişlerle oldukça farklı.
Yeni cumhurbaşkanlığı sistemi bir tek adam yönetimidir. Bu “tek adam” lafını kullanmamın bu sisteme muhalif olmamla bir ilgisi yok. Gerçekten de bugün karşılaştığımız durum; bir “tek adam”ın yürütme işlevlerinin tümünü uhdesine almış olduğu, bir başka deyişle tek bir kişiden oluşan “bir hükümet” olgusudur. Bu konu üzerine çok yazıldı çizildi, o nedenle de ben konuyu demokrasi anlayışı bağlamında tekrar tartışmayacağım. Ama gözden kaçan bir durum var onun altını çizeceğim.
Geçmişte, bu ülkede sanki bütün farklı kimlikleri kuşatan ortak bir kimlik varmış gibi düşünülen günlerde siyaset de biraz “karma” bir şekilde oluşuyordu. Bütün partiler, toplumda farklı kimliklerin olduğunu çok iyi biliyorlardı ve bu nedenle de gerek milletvekili seçiminde ve gerekse de belediye başkanlarının seçiminde bu farklılıkları da içermeyi uygun bir siyasi adım olarak düşünüyorlardı. Örneğin, Diyarbakır’dan bir Kürt, Tunceli’den bir Alevi, İstanbul’dan bir Ermeni pekala bu listelerde kendine yer buluyor ve siyasi bir pozisyon elde edebiliyordu. Bu davranışın bir yönü bu farklı kimliklerin oylarını almak olduğu kadar, bir başka yönü de “Bakın biz eşit yurttaşlar topluluğuyuz” imajını vermekti.
Şimdi ise durum şu: Cumhurbaşkanı, tek kişilik bir hükümet olarak göğe yükseldi. Göğe yükseldi dememin bir nedeni Cumhurbaşkanı kendi partisinden de bütün diğer muhalif partilerden kendini kurtardı. Bir yanda kendisine tümüyle bağlı bir medya, bir yanda da çoğu teknik ya da işadamı niteliğinde bir bakanlar kuruluyla ülkeyi tek başına yönetiyor. Bunun sonucu ne mi oldu? Bunun sonucu parlamentonun farklı kesimler arasında uzlaşma üretme ve farklı kesimlerden etkilenme özelliği tümüyle yok oldu. Şimdi, birazı küreselleşmenin getirdiği, ama çoğunun AKP’nin kutuplaştırıcı politikalarıyla oluşmuş bulunan toplumsal bölünmüşlük aynı çıplaklığıyla parlamentoya yansımış durumda. Fakat parlamentodan siyaset kovulunca partiler arası çekişmeler çekişme olarak kalmakta, uzlaşma üretme ve etkileşme imkanı yaratma şansı ortadan kalkmış olmakta.
Peki sonuçta ne oluyor derseniz. Sonuçta tıpkı “Cambaza bak!” der gibi parlamentonun dikkatini dağıtan o tek kişilik hükümet hiç onlarla muhatap olmadan ülkeyi yöneten kararları alıyor. Tabii bu durum onun parlamentoda çoğunluğa sahip olmasıyla ilgili.
Bütün bunlardan söylemek istediğim şu: bugünkü siyaset yapısı değişmişse muhalefet etme yapısı da değişmeli. Bunun nasıl olacağı sorusunun ise tek kişinin bulacağı bir cevabı yok. Bu nedenle de herkese ihtiyacımız var. Düşünen ve vicdanlı olan herkese…