“İsrail Türkiye’ye saldıracak” diyerek muhalefeti “milli birlik” oyununa getirme manevrası fiyaskoyla sonuçlandı. Şimdilik sistem içi muhalefet bu komik ötesi “tehlikeyle” Saray’ın etrafında toplanmadı. Toplanmak şöyle dursun Türk devleti ile İsrail devleti arasında “düşman görünümlü dostluk” olanca çirkinliği ile açığa çıktı. İsrail ordusuna “dijital güvenlik” sağlayan şirkete Türk devletinin “dijital güvenliğinin” teslim edilmesiyle, Filistin diyerek İsrail’e savaş endüstrisi için stratejik malların satılmaya devam ettiği de ortaya çıkınca, Erdoğan ilk defa gündem cambazlığında yenik düştü.
Düşer düşmez yeni bir gündem hamlesi gecikmedi. Bahçeli DEM Parti sıralarına yanaşıp, “kapatın gitsin” dediği partinin eşbaşkanı ve yöneticileriyle tokalaşıverdi. Kabul etmeliyiz ki bu “barışçı hamle” gündemi tepetakla etti. Günlerdir acaba DEM Parti yeni Anayasaya “açılım-çözüm” karşılığında destek mi verecek türünde bir “telaş” ulusalcı medyayı boydan boya kapladı.
Garip olan ulusalcı medyanın DEM Parti’den şüphelenmesi değil. Erdoğan ve Bahçeli’nin yeniden bir “açılım ya da çözüm süreci” başlatabileceği ile ilgili inanış. Hem adamlara “diktatör” diyeceksin, hem de aynı adamların “Kürt sorununu çözeceğinden” telaşa kapılacaksın. Garip üstü bir garabet. Erdoğan “pragmatikmiş” de, dün dediğinin her an tersini yaparmış. Ben bu “pragmatik” yakıştırmasına itiraz ediyorum. Erdoğan pragmatik olduğundan değil, dün ak dediğine bugün kara diyorsa, buna mecbur kaldığından öyle demekte. Kimi zaman onu böyle “U” dönüşüne ABD, kimi zaman “derin devlet”, kimi zaman da Kürt özgürlük hareketi mecbur ediyor. Ha bire dönüp durmasının sebebi de bırakamayacak kadar iştigal ettiği “kriminal işlerden” dolayı yapıştığı iktidarını korumak zorunda olması. Yani kendisi pragmatik olduğundan fır fır dönmüyor. Kör olası hayat onu döndürüyor. Ona kalsaydı ne Gülen Cemaati’yle arasını bozardı, ne Amerika’yla. İşi tıkırındayken ne diye başını derde soksun.
Şu sırada ise, Üçüncü Dünya Savaşı’nın yeni aşaması Türk devletini karar aşamasına getirmiş bulunuyor. İsrail ve ABD adım adım İran’a karşı savaş yolunda ilerliyor. Bu durumda Türk devleti NATO üyesi olduğundan uzun süre bu savaş sürecinde “tarafsız” kalamayacağını biliyor. Ukrayna’yla savaş Rusya’yı kilitlemiş. Çin bu savaşa bulaşmayacağını zaten belli ediyor. Devlet NATO’nun zorlamasıyla İran’la karşı karşıya geleceğinin farkında. İsrail ve ABD’yle birlikte bu savaşa girdiği gün, kim savaşı kazanırsa kazansın hem Türkiye’nin hem de İran’ın bu savaştan sağ salim çıkması imkansız. Eğer İran şu ana kadar nükleer silaha sahip olmadıysa ne İsrail ne de ABD bu savaştan ciddi bir zarar görür. O zaman Ortadoğu’da sınırlar değişecek, enkaza dönen Türkiye ve İran ABD’nin ve İsrail’in hegemon olduğu coğrafyada yeniden CENTO zamanında olduğu gibi küresel güçlerin pasif birer uydusuna dönüşecek. Daha önemlisi, her iki Basra savaşının gösterdiği gibi, yıkılacak devleti, yani fabrikaları, antrepoları, betonarme savaş mevzileri, kalekolları filan olmayan Kürt özgürlük hareketi, hala tasfiye edilemediğine göre, bu savaştan da muhtemelen güçlenerek çıkacak. Böyle mi olacağını tartışabilirsiniz, ama böyle olma ihtimalini hiç kimse inkar edemez.
Böyle bir simülasyon emin olun Genelkurmay’da da, MİT’de de, Saray’da da mutlaka yapılıyordur ve yapanların da benzi sararıyordur. Bu simülasyonlarda malum kırmızı ve mavi kuvvetlerin karşılıklı hamleleri de ele alınır. Bu arada “düşman” diye nitelenen Kürt özgürlük hareketinin de değerlendirildiği kesindir. Bilimsel bir değerlendirme yapılacağından da kuşkunuz olmasın. Varacakları sonuç şudur: “Hala ülkemizde ve Güney Kürdistan’da düşmanı yok edemediğimize, Kürt halkını kazanamadığımıza, mütteffikimiz Barzani yönetimi ölümcül bir krize girdiğine göre ve savaş çattığında düşmanı hala yok edemediğimiz ve Kürt halkını kazanamadığımız takdirde, devletimiz şu ikilemle karşı karşıya kalacaktır: Ya Kürtlerle uzlaşacağız ya da devletimiz bölünecek. Savaşta mağlup olsak da galip gelsek de uğrayacağımız dehşetli kayıplar yüzünden karşımızdaki ikilem değişmeyecektir. Lozan’da Sevr’i yendik ama Kerkük ve Musul’u kaybettik, bu defa kazansak da barış masasında Amed’i kaybederiz. Savaşa girmeme şıkkı bugünkü zayıf durumumuzda geçerli değildir. NATO’nun zorlamasına karşı koyamayız. O halde ya uzlaşacağız ya da bölüneceğiz.”
Kendi kendisine simülasyon hilesi yapmazsa Türk devletinin varacağı sonuç üç aşağı beş yukarı böyledir.
Bu durumda Türk devleti ne yapar? Kürt halkı ve onun örgütleri ulus devletin değil “ortak vatan”ın ve “tek milletin” değil “demokratik ulusun” bölünmezliği temelinde Kürdistan’ın statüsünü müzakere etmekten yana olduğuna göre, şimdi mesele Türk devletinin ne yapacağıdır.
“Rasyonal” düşündüğü takdirde Türk devleti, ontolojik olarak ne kadar Kürt düşmanı olursa olsun, geçmişinde ve günümüzde ne kadar soykırımcı, inkarcı, imhacı sicil notları bulunursa bulunsun, tıpkı Osmanlı yıkıldıktan sonra Kürtlerle hileli bir uzlaşma yoluna nasıl gittiyse yine “uzlaşma” yolunu, tekrar ediyorum, eğer rasyonal düşünürse, seçecektir.
Seçebilir mi? Günümüzün temel sorusu budur. Ve bu soruya iyimser bir yanıt vermek şimdilik neredeyse imkansızdır. Ekonomik kriz, farklı egemen zümreler arasındaki çelişkiler, yaratılan Kürt düşmanlığı, farklı devletlerin bu konuda Türk devleti üstündeki birbirine zıt etkileri, iktidarı elinde tutanların şahsi çıkar ve çapsızlıkları, sistem içi partilerin iktidar rantını ele geçirme rekabetleri ve eklenebilecek başka etkenler ve esas olarak NATO’nun savaş politikası Türk devletinin bu aşamada “rasyonal” düşünmesini neredeyse imkansız kılmaktadır.
O halde “normalleşme, el sıkma, üslup yumuşatma, sopayı gizleyip, havuç gösterme” manevralarına bakıp yağmur duasına çıkmanın, beklentiye kapılıp evde “çözüm mü gelecek, yoksa gelmeyecek mi?” programlarıyla oyalanmanın alemi yoktur. Buna karşılık, uluslararası nesnel koşulların Türk devletini “uzlaşmaya” zorladığını görmeli ve bu nesnel koşulların yanı sıra, öznel koşulları, yani halk kitlelerinin mücadelesini güçlendirmek yoluyla barışa ve çözüme yürümeliyiz.
Özetle yaşadığımız el sıkışmalar iktidarın çözüme yöneldiğini değil, yönelmeme politikasını, Öcalan’ı tecrit altında tutma inadını sürdürmede artık zorlandığını gösteriyor.
O halde zorlamaya devam. Çözüm mümkün ve muhtemeldir.