Bazen ders değil dert lazım bize. Varlık ve yokluk, esaret ve özgürlük aynı kapıya toslar. Hikaye eskidir, acısı ise taptazedir. Bütün başlangıçların bir yalanı vardır. Bütün sonların da yalanları başlar. Hayat bu kadar taze ve gaddar. Cevaplar artık kimsenin umursamadığı yaralar.
Yalanların ahkam kesme, öldürme, hapsetme gücü evlerin içine kadar bir yol izledi. Artık karşılaşıyoruz, karşı durmaktan imtina ederek. Sonsuz bir hayranlık var, soysuz olmaya götürür. İnsanın sesine bulaşır, kelimeler onu arar ve itaat eder. Değişir insan, değiştirir hayat hem de her şey kadar, gördüğü, duyduğu ve düşündüğü ve düşünmediği kadar.
İstekler ve umutlar bir ipin ayrı ucunda, bir birleşse diye bir heyecan, bir bitse diye bir hezeyan. Çok şey birbirinin arkasından geliyor ya da dolaşıyor. Kimse dışarıda değil, herkes burada, içeride. Oyalanarak oyuklar açtık hayatlarımıza, hiçbir anımız sığmıyor. Kovuklar açtık, mezarlar aradık, her birimiz ve kendimiz için.
Varlık dediler, vardık dediler. Hikaye eskidir, sesi hâlâ duyuluyor. Birileri de taklit ediyor, bu da eski bir alışkanlıktır, alkışı çoktur. Bütün sonların öfkesi bir emanettir. Bir gün, hep bir gün efsanesi gelecek ve getirecek diye bir nida. Başka sesler, yankılar, sessizlikler de orada; bir günün sonunda.
Çağrılan zamanlar var, belki gelir diye bir imdat. Yolların şekilleri insanı şekillendiriyor, baktığı yer kadar, gördüğü kadar. Buruşturulmuş hayaller ve sırasız haller, günlerin bakiyesi oldu. Elde kalan bir hayatsızlık var, kan akıyor, yaralıdır.
Tekinsiz telaşların akıbeti ve tarihi yazılmıyor, yaşanıyor. Sıradan ve sıfır öfkelerin heybetine hasret kalmak, herkesin bir gizli hissi. Rüyalarda yok, kabuslara uğramaz, efsanelerde anılır, dünyada yer bulmaz. Fal gibi ama değil, kehanet gibi ama değil; kefareti ömürler, çağlar ve yangınlar.
Nereden başlasak arkamıza bakıyor, sonra önümüzü bulmaya çalışıyoruz. Sır gibi güzelliklere ve dünyalara ayna bulmak için, her şey ve herkes için. Mahrum kaldığımız kavuşmalar, müstahak görüldüğümüz savaşlar, kan ve özlem. Sonrası sabahlara kadar süren bir suskunluk.
Hayret etmenin, şaşırmanın çağı geçip gitti. İnsandan kaçmış, insanlıktan çıkmış belki de, bir çark dönüyor. İnsanın köşeleri var, boşlukları var, kenarları var. Duvar yapan insan, elbette kendi de bir duvar olur, hem kendisine hem de başkasına. Aşklar, ayrılıklar, ahlar, arazlar peş peşe çöküyor ve çöktürüyor.
Olmak bir iddia, kalmak bir varsayım. Defolu ömürler, yamalı yarınlar ve eprimiş dünler bir çember çizip bizi içine hapsediyor. Diyoruz burası kilitli bir yer, pencereleri yokluğa açılıyor. Muhtelif itirazlar, münferit isyanlar, mümkünü kalmamış düşler birer rivayete dönüşüyor ve herkes riyakarlıkla ahkamlar kesiyor.
Issız bir hayatın orta yerine bıraktılar bizi. Kimisi bu çölde seraplar görür, kimisi vahalar, birileri bu dağ başı yalnızlığında yamaçlara bakar, birileri okyanusun dibinden yeryüzünü arar. Herkes dağılmış, kırılan bir aynanın parçası gibi dünyaya yansıyor ve bakıyor.
Bize boğulmuş bir gelecek, paslanmış hayaller ve çatlamış bir dünya bıraktılar. Kimisine göre lanet, kimisine göre haklı bir bahane. Olsun diyoruz yine de, olsun. Geçer gelecek de, dünya da ve hayaller de. Gelmeyecek de. Dertlere teselliler, dermanlara yaralar bulmaya geldik. Elbette biz gideceğiz.
Haftanın kitap önerisi: Reyhan Hacıoğlu, Kendime Mektup / Luvî Yayınları