Sınıfsız toplum, sosyalizmin ulaşmayı amaçladığı temel ilkelerin başında gelir. Sosyalizmin bu temel ilkesini, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, partisinin grup toplantısında şu sözlerle savundu: “Biz siyaseti; teorik ve retorik arka planı Batı’nın sınıf çatışmalarına dayanan, bundan mülhem toplumun düşman kamplara bölünmesine çanak tutan kriz ve gerilim süreci olarak tanımlamıyoruz ve kabul etmiyoruz. Çünkü sınıflı bir toplum yapısını tamamıyla reddediyoruz, fikriyatımıza, tarih ve kültür müktesebatımıza yabancı addediyoruz.”
Sosyalizm ile MHP’yi ve onun genel başkanını aynı cümle içinde bir araya getirmenin abesle iştigal olduğunun farkındayım elbette ama Bahçeli’nin sarfettiği sözler de ortada duruyor; inanmayan MHP’nin internet sitesine baksın! Bahçeli’nin bu sözlerine şaşıranlar, geçtiğimiz hafta Meclis’te DEM Parti vekilleriyle tokalaşmasını ve “Yeni bir döneme giriyoruz. Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” sözünü de unutmasınlar. Zira MHP ve Bahçeli’nin sosyalizmin “sınıfsız toplum” idealinin aynı cümle içinde yer alması ne kadar akla ve gerçeğe aykırıysa “barış”la aynı cümlede yer alması da en az o kadar akla ve gerçeğe aykırıdır.
Peki o zaman Türkiye’de şovenizmin, ırkçılığın kurumsal temsiliyetini simgeleyen ve “halkları düşmanlaştırmak” üzerinden kendini var eden bir partinin genel başkanının bir anda “sınıfsız toplum”dan ve “barış”tan söz etmesi nasıl açıklanabilir?
Yeni yasama yılının başlamasıyla birlikte barıştan, diyalogdan, uzlaşmadan söz eden sadece Bahçeli de değildir. 7 Haziran 2015 seçimlerinde tek başına iktidar olma gücünü yitirmesinin ardından çözüm masasını devirerek hukuku, insan haklarını hiçe sayan ve binlerce insanın yaşamına mal olan çatışma sürecini başlatan Erdoğan’ın bu süreçteki söylemleri de benzer içeriktedir.
İktidarın iki ortağının “barış” üzerine ani ağız değişikliğinin esbab-ı mucibesi siyaset ve basın erbabı tarafından iki haftadır yoğun biçimde tartışılıyor. Biz de geçen hafta bu köşede görüşümüzü kısaca, “AKP’nin ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin yitirdiği meşruiyeti yeniden kazanma çabası olarak değerlendirilebilir” sözleriyle ifade etmeye çalışmıştık. Bu hafta ise üzerinde fazla durulmayan Bahçeli’nin “sınıfsız toplum” vurgusuna değineceğiz.
Sosyalizmin nihai hedefi olan sınıfsız toplum, sömüren ve sömürülenin olmadığı bir toplumu ifade eder. Bunun için de sömüren sınıf olan kapitalistlerin -yani burjuvazinin- egemenliğinde olan sistemin ortadan kaldırılmasını savunur. Sömürünün, tahakkümün yani egemenin olmadığı bir toplumda çelişkiler, çatışmalar ve savaşlar da olmayacaktır haliyle.
Oysa Bahçeli, yukarıda aktardığımız, sınıflı bir toplumu red ederek barıştan, diyalogdan, kardeşlikten söz ettiği konuşmasının önemli bir bölümünde “Türklük” ve “Türk-İslam devleti”ni vurgulayarak bir egemen ulus tarifi yapmaktadır. Bahçeli’nin, Anadolu ve Mezopotamya topraklarında yaşayan diğer halkları yok saydığı bu tarifindeki “sınıfsız toplum”un sosyalizmle uzaktan-yakından ilgisi olmadığını söylemeye bile gerek yoktur sanırım.
Bahçeli’nin “sınıfsız toplum”u olsa olsa tek parti dönemi (1923-1946) ile ilişkilendirilebilir. “Sınıfsız ve imtiyazsız bir toplum” olma iddiası, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren devletin neredeyse resmi görüşü haline gelmiştir. Halk mefhumunun herhangi bir sınıfa ait olmadığını iddia eden CHP (1935’e kadar adı Cumhuriyet Halk Fırkası’dır.), Kurtuluş Savaşı yıllarından itibaren birleştirici bir ideoloji olarak halkçılığı savunmuştur. Ancak “sınıfsız ve imtiyazsız bir toplum”u savunan CHP, yerli ve milli burjuvaziyi yaratmak için bir taraftan Teşvik-i Sanayi Kanunu (1927) başta olmak üzere sermayeye yönelik birçok teşvik düzenlemesi yaparken, emekçilerin çalışma koşullarını görmezden gelmiş, örgütlenme hakkı ve grev başta olmak üzere hak arama yollarını ise “sermaye birikimini engelleyeceği gerekçesiyle” yasaklamıştır. Yani sermaye sınıfının palazlanması için elinden gelen gayreti gösteren tek parti rejimi, mesele işçi ve emekçilerin hakkı olunca “sınıfsız ve imtiyazsız toplum” masalının ardına sığınmıştır.
Cumhuriyeti kuran iradenin “sınıfsız ve imtiyazsız toplum” savunusunun temel gerekçesi, bugün Bahçeli’nin de benzer sözcüklerle ifade ettiği gibi, Batı’daki sınıf mücadelelerini yani işçi sınıfının karşı karşıya olduğu sömürüye rıza göstermeyerek sermayeye ve onu temsil eden siyasi iktidara karşı girişeceği mücadeleyi engellemektir.
İçinde bulunduğumuz dönemde Türkiye’nin ekonomisi ve sosyal yapısı tarihin en derin çöküşüyle karşı karşıyadır. Bu çöküş sürecinde iktidarın uyguladığı ekonomik programın -tek parti döneminde olduğu gibi- sermaye sınıfını (burjuvaziyi) ayağa kaldırırken toplumun sermaye dışında kalan geniş kesimlerinin sırtındaki yükü (sömürüyü, yoksullaşmayı, doğa tahribatını vb) daha da ağırlaştıracağı aşikardır.
Devlet Bahçeli, tarih bilgisine ve burjuva sınıfını temsil etme bilincine vakıf bir siyasetçi(!) olarak, nüfusun ekseriyetini oluşturan emekçi kesimlerin bu derin sömürü koşulları karşısında göstereceği sınıfsal refleksi öngörmekte ve tıpkı yüzyıl önceki benzerlerinin yol ve yöntemlerini kullanarak sınıf mücadelesinin önünü kesmek istemektedir. Aradaki tek fark, onlar “tek parti” rejimini savunmak için sınıfları red ederken; Bahçeli’nin “tek adam” rejimin savunmak için aynı yola başvurmasıdır.
Yüzyıldır ısıtılıp ısıtılıp önümüze konan “sınıfsız, imtiyazsız toplum” masalına son vermenin yolu, her geçen gün daha fazla yoksullaşan; ağır çalışma koşulları altında kanıyla, teriyle ekmeğini kazanmak için çabalayan; ormanını, toprağını, deresini, denizini korumaya çalışan emekçi halkın, en az Bahçeli kadar tarih ve sınıf bilincine sahip olması ve bu bilinçle hareket etmesidir!