İnsanlar, hepsini birden korku altında tutacak genel bir güç olmadan yaşadıkları vakit, savaş denilen o durumun içindedirler ve bu savaş herkesin herkese karşı savaşıdır. İnsanları yabancıların saldırılarından ve birbirlerinin zararlarından koruyabilmek için tüm güçler tek bir kişi ya da bir heyete bırakılmalı. Bu gerçekleştiğinde, tek bir kişilik halinde birleşmiş olan topluluk bir devlet haline gelir. İşte o Leviathan’ın doğuşudur!” İnsanı insanın kurdu olarak gören T. Hobbes, Leviathan’ı böyle tarif etmişti. Leviathan, Tevrat’ta geçen bir canavarın adı ve Hobbes’a göre bu canavar devletin simgesidir. Hobbes’un tarif ettiği Leviathan modeli tüm dünyaya salgın gibi yayıldı.
2014 Rus yapımı “Leviathan” adlı film bu bağlamda izlenmesi gereken ibretlik filmlerden. Bakımsız evlerin ve yolların olduğu ıssız bir kasabada geçen film, müthiş manzarası olan eski bir eve göz dikerek “burası bizim olmalı” diyen yozlaşmış politikacılar ve onları destekleyen işgüzar papazlarla mücadele eden araba tamircisi Nikolay Sergeyev’in hikayesine odaklanıyor. Sergeyev Leviathan’a karşı direniyor ama direniş yetmiyor, zira hem Leviathan hem toplum yozlaşmıştır. Nikolay’ın güzel manzaralı evi filmin sonunda yıkılır. Filmin son sahnesinde yozlaşmış belediye başkanı ve çetesi bir salondan çıkıp lüks arabalarıyla uzaklaştıklarında, Nikolay’ın güzel manzaralı evinin üzerinde bir kilisenin yapıldığı anlaşılıyor. Yoz politikacılar, işgüzar papazlar ve vahşi kapitalistler güzel bir hikayenin üzerinde tepinmektedir; Leviathan masum insanların hatıraları üzerinde yeniden inşa edilmektedir. Filmin sonunda Sur’un, Gazze’nin, Beyrut’un sessiz çığlığını duyabiliyorsunuz.
Sur’da tepinmek
Ortadoğu yangın yeri, her gün kan revan, ölüm. Bizler kısa bir süre önce -bazılarımız için henüz dün yaşanmışçasına- Sur başta olmak üzere Cizre, Nusaybin, Silopi gibi kentlerde şiddetin tırmanışını gördük, yaşadık, tanık olduk. Ortadoğu’nun şiddeti evlerimize, sokaklarımıza, iş yerlerimize kadar geldi. Şehirlerimizde her sabah tank ve top sesleriyle uyandık. İnsanlar tedirgin bir şekilde barışın evreninden şiddetli bir savaşın evrenine geçiş yaptı. Sur, Cizre, Silopi, Nusaybin ve daha birçok şehir yerle bir oldu. Doksanlarda zorla göçertme politikasıyla şehirlerin çeperlerine yerleşen yoksul Kürt köylüleri yeniden göç yollarına düştü. Filistin’den Lübnan’a, Lübnan’dan Mısır’a, Mısır’dan bilinmeyen coğrafyalara doğru bir nefes alabilmek için denizlerde, nehirlerde cesetleri su yüzüne vuran Ortadoğu’nun talihsiz halkları gibi Kürtler de şehirden şehire göç ediyordu.
Sur’da savaş ile birlikte ve sonrasında yaklaşık 50 bin insan göç etmek zorunda kaldı. Binlerce yapı hatıralarla birlikte yıkıldı. Uzun süre yaşam Sur’da dondu. Barış olmadığı için insanlar yasını tutamadı, bazı cenazeler belki de gömülemedi. Yarım kalan her şeyin üzerine çim ekildi, beton döküldü. Bu da yetmedi şimdi de yaşam alanlarının ortadan kaldırıldığı, savaşın yaşandığı, insanların hatıralarını taşıyan mekanın üzerinde namaz etkinlikleri ve festivaller yapılıyor. Yarım kalan işlerin tamamlanması için yaşayan insanların, göçenlerin hatıraları ve ölenlerin üzerinde tepinmesi gerekiyor.
Dokuz bin yıllık geçmişiyle dünyadaki en eski yerleşim alanlarından biri olan Sur düzleştirildi, tarihin üzerine çim ekildi, her tarafına beton döküldü. Tarihi Kurşunlu Camisi’nin etrafına F Tipi cezaevlerinden farksız, Sur’un dokusuyla alakasız hücre tipi evler yapıldı. Dar sokaklar düzleştirilirken, Kurşunlu mahallesinin yerine insanların anılarının olduğu, tarihten bize kalan bir mekanda, Kurşunlu meydanı icat edildi. İktidar, gösterilerini yapmak için Kurşunlu mahallesinin evleri, yaşam alanları, komşuluk ilişkileri ve sade yaşamının üzerine çim ekerek Sur’un dar sokakları yerine devasa meydanlar yaptı. Meydanda festivalin yanı sıra din ile asimile edilen binlerce yoksul Kürt çocuğuna namaz etkinliği yaptırılıyor. Şimdi Sur’da tepinme zamanı. Sabaha kadar namaz, sabaha kadar dans.
Her şey bir yana o küçücük çocuklar için nasıl bir gelecek tasavvur edildiği kimsenin umurunda değil. Ortadoğu’nun en sadık Müslümanları olan Kürtlerin İslam’ın doğuşundan beri Müslümanlaştırma süreci yeniden yeniden güncelleniyor. İslamın merkezi denilen Arabistan Ronaldo’yla ilgilenirken, iktidar Erzurum’un koçerlerine (şehir merkezlerinden uzak, yaylalarda hayvancılıkla uğraşan hareketli küçük aile toplulukları) bile imam atıyor. Koçer Kürt ailelerinin çocukları ya doğada Zerdüşt’e selam çakarsa! Hizmete bakar mısınız? İnsanın gözleri yaşarıyor.
Hem namaz etkinliği hem de turizm bakanlığının yapacağı festival ile Sur’da hafıza kırımı sürüyor. Kültür Yolu Festivali kapsamında absürt içeriklerle yapılan etkinlikler ne Sur’un tarihi, ne sosyolojisi ne de gerçeğiyle örtüşüyor. Şehrin her tarafına asılan afişlerde bir tarafta pop şarkıcılar, diğerinde yan yana dizilmiş erkeklerden oluşan ilahi ekipleri. Pop şarkılar ve ilahilerle nasıl bir kültür, nasıl bir yol tasavvur ediliyor?
Toledo hayali insanın ahlakıyla, duygu dünyasıyla ve aklıyla alay eden bir Leviathan projesiydi. Daha cenazeler gömülmemişken, insanlar sokaklarda aç-perişan vaziyetteyken kendine pazar arayan bu aklın doğru teşhis edilmemesi tarihsel bir yanılgıydı. Hasankeyf’i suların altına gömen akıl her şeyi yapabilir. İnsan Hasankeyf’e gidince insanlığından utanıyor. Manzaraya bakınca durup dururken ağlamaklı oluyorsunuz. Böylesi bir tarih ve toplum düşmanlığı görülmemiştir. Nasıl anılacaklar? Bunu bir an bile düşünmemişler. Keşke Surların dili olsa, Hasankeyf konuşabilseydi. İşin en çok acı veren tarafı insan hafızasının bu kadar hızlı yozlaşması. Eğer çabuk unutuyorsak, hafızamız yozlaşıyor demektir.
Bahsettiğimiz yozlaşma sadece iktidara tabi olan sosyoloji ile sınırlı değil. Sur’da dolaşan, zaman geçiren hatırı sayılır devrimci, seküler bir kitle de var. “Şurada, az ötede Sur’un taşlarını çalıyorlar, bir höt desek çalamazlar” deseniz kimse oturduğu yerden kılını kıpırdatmaz. Nihilizmin dibine vuran bu kesimler savaşın, devrimin, konforun ve koltuğun yorgunu. Özetle ölülerin gömülemediği Sur’da bir taraftan sahte bir duyarlılıkla hareket eden kesimler, diğer taraftan namaz ve dans ile tarihin, insanın ve hatıranın üzerinde tepinenler. Tahir Elçi’nin katledildiği dört minarenin ayağının dibinde halay çekenler, orada Venedik pozları veren hafızasız Kürtler… Her şey birileri gelip burada tepinsin diye miydi? Mekanın ve kültürün bir etiği olamaz mı? İnsanın, tarihin ve mekanın haysiyeti bu kadar mı yerlerde sürünür? Ortak dünyamız olan Sur’a saygısız ve orantısız çökme biçimi, modern insanın leş kokan vizyonuyla birleştiğinde kendi kendine şunu demeden edemiyorsun: Ya bir şehirle birlikte gömüleceksin ya da o şehrin gömülmesine izin vermeyeceksin. Sur’dan sonra yaşam böyle olmamalıydı. Daha insani olabilirdik.
Spinoza’ya göre utanç duymak bir insanın gönlünde şerefli bir yaşam sürme arzusu olduğunu gösterir; acı da iyi bir duygudur, çünkü incinen kısmın henüz çürümemiş olduğunu gösterir. Utanca ve acıya mesafeli duran kitlelerin varlığı insanı savaşlardan, göçlerden ve felaketlerden daha fazla tedirgin ediyor. Eğer utanç, acı, haysiyet ve insan arasındaki ilişkinin nasıl çirkinleştiğini görmek istiyorsanız Sur’a gitmelisiniz. Kim bilir belki de biz yanılıyoruz, belki de bizi haksız bulursunuz, aranızda tepinme pratiklerini alkışlayanınız çıkacaktır. “Aaa ne güzel, şu çimlere bakar mısınız, bunlar da hiçbir şey beğenmiyor” diyeniniz mutlaka olacaktır. Özür dileriz, rahatsız etmiş ve abartmış olabiliriz hakeza. Ama emin olduğumuz bir şey var: Barışın ve savaşın, tarihin ve toplumun bir şerefi var, şehirlerin de bir şerefi var.