2013- 15 yılları arasında İmralı Adası’nda devam eden görüşmelerde, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın öncelikli gündemlerinden biri, hasta tutsakların durumuydu. Öcalan görüşmelerde sık sık hasta tutsakların durumunu dile getirmiş ve bu konunun siyaset üstü bir yaklaşım ile ele alınması gerektiğini vurgulamıştı. O süreçte PKK’den olumlu anlamda adımlar atılıp, sürecin ilerlemesi yönünde yaklaşım geliştirilse de, devlet cephesinden benzer bir yaklaşımın gelişmediğini, bunun en somut göstergesinin de ‘Hasta tutsaklar’ ile ilgili konuda kendisini dışa vurduğunu söylemek mümkün. İki yıl süren diyalog sürecinde hep konuşulmasına, masada olmasına rağmen tek bir hasta tutsak bırakılmadı, bu konuda pratik bir adım atılmadı. Peki neticede ne oldu?
İşte! Abdulkadir Kuday örneğinde olduğu gibi cezaevlerinden art arda cenazeler çıkmaya başladı. O günden bugüne cezaevlerinden yüzlerce tutsağın cenazelerinin çıktığını söyleyebiliriz. Abdulkadir Kuday cezaevinde hayatını kaybeden tutsaklardan sadece biri. Hastanenin verdiği ‘cezaevinde kalamaz’ raporuna rağmen faşist iktidar Abdulkadir’i bırakmadı, ölümünü bekledi. Avukatlarının verdiği bilgiye göre Abdulkadir ‘yoldaşlık ayakta tutuyor’ demişti. Hiç şüphesiz, Abdulkadir de diğer siyasi tutsaklar gibi direndiği, direnişten taviz vermediği için tedavi edilmedi, ağır hastalık durumuna rağmen dışarı çıkmasına izin çıkmadı. Faşist iktidarın cezaevlerinde tutsakların iradesini kırmak, onları teslim almak için her türlü yola başvurduğu, bunun için sınır tanımadığı bilinen bir gerçek. Fakat buna rağmen siyasi tutsakların büyük bir direniş içinde oldukları, ilkelerinden, doğrularından taviz vermedikleri, 14 Temmuz direniş ruhuna bağlı oldukları da bir diğer gerçek oluyor. Açık ki, devlet ile toplum arasındaki bu kıyasıya savaşın bir ayağı da cezaevleri oluyor, burada süren direniş oluyor. Dışarıda toplum nasıl direniyorsa cezaevlerinde de tutsaklar aynı şekilde direniyor, geri adım atmıyor.
Elbette, hasta tutsaklar meselesi, AKP-MHP faşist iktidarının toplum karşıtı uygulamalarının, saldırılarının bir örneği oluyor. Buna benzer saldırıların yaşamın hemen hepsinde günübirlik olarak gündeme geldiğine şüphe yok. Yani sicili oldukça kabarık bir iktidar ile karşı karşıyayız ve bunları burada tekrar etmeye gerek yok. Bizim buradan hareketle değerlendirmek istediğimiz husus, son günlerde iktidar kanadından atılan ve muhalefet partilerinin tepkileriyle daha fazla gündeme giren ‘adımlar’ oluyor.
Malum! Milliyetçi Hareket Partisi başkanı Devlet Bahçeli en üst perdeden tehdit ettiği, küfürler savurduğu siyasi aktörlerle ayaküstü selamlaştığı, konuştuğu için bir gündem oluşmuş durumda. Daha doğrusu, böyle bir gündem oluşturulmuş, yaratılmış durumda. ‘Bahçeli neden bu adımı attı, neyi amaçlıyor, bunun iç ve dış siyasetle bağı ne’ gibi sorular havada uçuşuyor. Kuşkusuz, Bahçeli’nin bu adımına fazlasıyla anlam yüklemek iktidar içindeki konumu ile alakalı ve bir yere kadar da anlaşılır. Bu anlamıyla yapılan tartışmaları garipsemek mümkün değil.
Garip olan, hatta hayret verici olan Bahçeli’den hayırlı bir adım atmasını, toplum yararına bir iş yapmasını beklemek oluyor. Bahçeli ki, son elli yıllık Türkiye siyasetinde ırkçı, faşist karakteri ile bilinmekte, ülkeyi parçalayan, kutuplaştıran siyaseti ile tanınmakta. Böyle bir Bahçeli’nin birleştiren, uzlaştıran bir politika izlemeyeceği aşikâr. Bu Bahçeli’nin ‘ülküsü’ belli ve her fırsatta dile getirmekten de çekinmiyor. Ona göre varsa yoksa ‘kızıl elma’, ötesi yok.
Unutmayalım ki, Abdulkadir Kuday’ı cezaevinde ölüme terk eden, onun ölümü için gün sayan ve nihayetinde ölümüne yol açan birinci kişi Bahçeli oluyor. Yine Abdulkadir gibi tutsakların dışarı çıkması için var gücüyle çalışan PKK Lideri Abdullah Öcalan’dan 43 aydır haber alınmamasının baş müsebbibi de Bahçeli oluyor. Daha genel olarak, bugün, başta Kürt halkı olmak üzere Türkiye halklarını büyük bir kriz ve kaosun içine çeken, ülkeyi yangın yerine çeviren siyasetin de sorumlusu Bahçeli – elbette Erdoğan ile birlikte- oluyor.
Dolayısıyla Bahçeli ile ilgili yorum -değerlendirme yaparken bu gerçekleri göz önünde bulundurmakta fayda bulunuyor. Kuşkusuz, Bahçeli böyle bir adım atma ihtiyacı duyuyorsa, bunun nedeni yaşadığı zorlanmadır, tıkanmadır, izlenen politikanın iflasıdır. Yoksa, iyi niyetle atılan bir adım söz konusu değildir.
O halde, saf olmamak, toplumu yanlış beklentilerin içine koymamak, direniş ve mücadeleye zarar verecek tutumlardan uzak durmak gerekir. Hiç kuşku yok ki, Kürdistan ve Türkiye halkları Bahçeli’nin yön verdiği mevcut siyasetten kurtulacaktır. Bunun imkân ve olanakları düne göre bugün çok çok fazladır. Anadolu ve Mezopotamya halkları bu fırsatı değerlendireceklerdir. İşte! Bahçeli’nin son konuşmaları da bunun işaretleri ile doludur. Bahçeli, düşüncesinin tam tersi yönünde eylemlerde bulunma noktasına geldiyse, büyük yenildiği, büyük kaybettiği içindir. Dolayısıyla, bu özel savaş oyunlarına kanmamak, mücadeleyi yükselterek hem Bahçeli’ye gerekli cevabı vermek hem de yeni Abdulkadirlerin yaşamını yitirmemesi için İmralı kapılarını sonuna kadar açmak şart oluyor.