Özgürlük İçin Sanat İnisiyatifi öncülüğünde bir araya gelen sanatçılar iki gün boyunca sansür ve sansüre karşı mücadeleyi konuşacak. Buluşmanın açılış konuşmasını yapan yazar Süreyya Karacabey, ‘Hep beraber nefes alamıyoruz, rehin alınmış yurttaş statüsündeyiz. Bütün yolları zorlamak zorundayız. Yeni şeyler keşfetmeliyiz’ dedi
Özgürlük İçin Sanat İnisiyatifi, “Sansür ve otosansür baskısında kültürel kapan” konu başlığıyla İstanbul’un Şişli ilçesinde bulunan Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Evi’nde buluştu. İki gün sürecek buluşmanın ilk gününe çok sayıda sanatçı ve aydın katıldı.
Ortak mücadele etmek gerek
Buluşmanın açılışında konuşan yazar Süreyya Karacabey, inisiyatifin yasak ve sansür politikalarına karşı kurulduğunu söyledi. En temel hak ve özgürlüklerin dahi ülkede askıya alındığını belirten Karacabey, buna karşın ortak bir mücadele verilmesi gerektiğini vurguladı.
Bütün yolları zorlamak zorundayız
Karabey, “Yasaklamanın, baskının bir tarihi var ise direnişin de bir tarihi var. Biz birbirimizi gaza getirelim dedik. Çünkü ancak birlikte olursak güç potansiyelimiz ortaya çıkar. İnisiyatifin çıkış noktası da budur. Hep beraber nefes alamıyoruz, rehin alınmış yurttaş statüsündeyiz. Ama yine de hepimizi en azından direnişte ortaklaştıracak bir şeyler var. Bütün yolları zorlamak zorundayız. Yeni şeyler keşfetmeliyiz. Dolayısıyla bu mücadeleyi bir şekilde formüle etmeliyiz” ifadelerini kullandı.
Sansür dar alanda devletin baskısıdır
Açılış konuşmasının ardından programın birinci oturumu başladı. Akademisyen Sonay Ban, “2000 Sonrası Türkiye’de Film Sansürü: Değiş(k)en Mekanizmalar ve Aktörler” başlıklı bir sunum gerçekleştirdi.
Ban, “Sansür dar alanda devletin baskısıdır. Ama artık bu dar bir alanda değil. 2000 öncesi dönemlerde devlet tek güç oldu sansürde. 2000’den sonrasına baktığımızda devletin gücü bakidir. Ama aynı zamanda devletin vekilleri olarak bazı kurumlar sansür uyguluyor. Devletin vekilleri, sanat kurumları, film festivaller, meslek örgütleri, kolluk kuvvetleri, fon veren kuruluşları, üniversite yönetimleri, kayyım yönetimleridir. Devlet, geri planda durarak, vekilleriyle sansürü uyguluyor. Bazen de devlet en ön safta sansür uyguluyor.”
Denetleme kılıcı kafanızın üstünde
Yapımcı Yamaç Okur da, “Dijital Alanda Sansür-Otosansür: Ekonomik ve Yasal Zemin” başlıklı bir sunum yaptı. 2014’te çıkan bir yasayla film yapımcılarına destek verildiğini hatırlatan Okur, buna dair kurulların oluşturulduğunu ve kurulun sinema film biletlerinin ücretleriyle fonlandığını söyledi. Okur, “Sinema alanında 10 tane meslek birliği var. Ben de Yapımcılar Birliği kurulundaydım. Burada bir takım kelimeler, notlar vardı. İlk kuruldan utanma duygusuyla çıktım. Birçok destek alacak film destek alamadı. Benim şahit olduğum ve destek alamayan onlarca ve yüzlerce film oldu. Ankara’da filmlere ciddi müdahaleler yapılıyor. ‘Şu cümleleri çıkarın, şu kelimeyi kullanmayın’ şeklinde. Bir de sinema pahalı bir şey o yüzden destek gerekiyor. Ama hep bu denetleme kılıcı kafanızın üstünde duruyor” ifadelerini kullandı.
Baskıdan öte otosansür başladı
Gazeteci Özlem Altunok da, “Kültür- Sanat Alanında Sansürün Değişen Biçimleri ve Otosansüre Evrilişi” başlığında sunum yaptı. Kültür sanat alanında ifade özgürlüğü noktasında “güllük gülistanlık” bir durumun olmadığına dikkati çeken Altunok, iktidarlar değişse de baskının devam ettiğini vurguladı. Altunok, “Son 20 yılda Kürt meselesi, kadınların, politik alan filmlerde yer aldı. Ancak son dönemlerde sansür grupları da artmaya başladı. İktidarın dışında da sansür uygulayan kurum, kuruluş ve kişiler var. Özellikle Olağanüstü Hal (OHAL) dönemi sonrası her türlü eleştiri yapan kişilere ‘terörist’ denilerek, kale alınmadı ve etkinlikleri iptal edildi. Yine çevrim içi şikayetlerde dikkate alındı, bu yüzden anonim şikayetler çoğaldı. Bu dönemde yüzlerce dernek, kurum kapatıldı ve çok sayıda kişi hakkında dava açıldı. Özellikle Kürt sanatı çokça yasaklandı. Kürt sanatçılar bu değişimden ağır etkilendi. Amed Şehir Tiyatroları, Kurdî-Der gibi pek çok kurum kapatıldı. Bu baskı öte yandan örtük veya otosansür dediğimiz bir sansür başladı. Sansürün radarına girmemeye çalışıldı” diye belirtti.
Mezopotamya Ajansı (MA) muhabiri Diren Yurtsever’in moderatörlüğündeki ikinci oturumda “Kültür politikaları ve sansür” başlığıyla sunumlar yapıldı.
Kürt sineması ve sansür
“Kürt sinemasında sansür ve otosansürün etkileri” başlığıyla sunum yapan yönetmen Kazım Öz, Kürt sinemasının varlık ve yokluk tartışmalarıyla devam ettiğini belirtti. Türk sinemasının başladığı dönemde Kürt sinemasının da başladığını ancak adının konmadığını vurgulayan Öz, “Çünkü Türkiye sinemasının içinde Kürt sineması da vardı. Ama ismi konulmamıştı, dili yok sayılmıştı. Birçok Türk sinemasında Kürt ögelere de yer veriliyordu. Yılmaz Güney bu anlamda iyi bir örnek. Güney’in politik olmayan filmleri bile sansüre uğradı. Çünkü direkt Kürt profili vardı. Hatta bir filmde buğday boyları kısa olduğu için film yasaklandı. Türkiye’yi dışarıda teslim ederse kötü görünür diye. Benzer çok absürt örneklerle karşı karşıyayız” ifadelerini kullandı.
Temel haklar
Kürtlerin henüz temel haklarının bile mahrum olduklarını kaydeden Öz, “Kürtlerin dili, kültürü bir sorun olarak ortada duruyor. Biz hâlâ Kürt kanalları izleyemiyoruz. Sadece devletin bir kanalı var, o da her anı denetlenen bir kanal. Kanaldaki tanıdıklarla konuşuyoruz. Orada çok ince ve sıkı bir takip ve sansür politikası uygulanıyor. Bunları biliyoruz. Ve sadece o şekilde bir Kürtçe kanal izleyebileceğimizi görmüş oluyoruz” dedi.
Sınır ötesi sansür!
1990’larla birlikte Kürt karakterlerin ortaya çıktığını ve dil meselesinde önemli bir kırılma yaşandığını dile getiren Öz, “Bu kırılma da Kürt siyasal mücadelesinin önemli bir kazanımıydı. Daha sonra Kürt filmleri yapıldı ve festivalleri zorladılar. Yavaş yavaş bir kımıldama oldu. Ama devlet tüm alanlarda olduğu gibi bu alana da deyim yerindeyse bir özel savaş uyguladı. Hangi alan gelişiyor ve karşılık buluyorsa, oralara yöneldiler. Burada sansür dediğimizde iktidar açısından bir Yılmaz Güney deneyimi söz konusuydu. İktidar sınır ötesi sansür uyguladı. İktidar yeni Güneyler çıkmasın diye bir sistem uyguladı hem ülkede hem ülke dışında. Örneğin uluslararası festivallerde bile sadece devletle ilişkisi olanlar gitsin gibi bir politika yürüttüler” diye ifade etti.
İktidarın özel kültür politikaları
Akademisyen Banu Karaca, “Kültür Politikaları ve Sanatta Sansür: Süreklilikler ve Kesintiler” başlığı altında sunum yaptı. Kültür politikalarının bir iletişim modeli olduğunu ifade eden Karaca, “Sanat ile iletişim arasında önemli bir bağ olduğunu düşünüyorum. Kültür politikaları çoğu keyfi ve kişiseldir. Türkiye’nin kültür politikasının olmadığını söyleniyor ama var. İktidar kendi özel kültür politikalarını geliştiriyor. Türkiye’de hep özel ve devlet kurumları arasında nasıl bir ilişki var sorusu hep soruluyor. Ama 1980’den sonra sermaye kendini devlete bir alternatif olarak gösterdi. Sermaye, devletin yerine sanat alanına destek verdiğini iddia etti. Genel olarak kültür politikalarında 2016-2017 yılında iktidar, ‘her alanda hegemonya kurduk ama kültür ve sanatta kuramadık’ dedi. Bu mümkün değil. Ama şu an bizi her alanda etkisi altına alan bir içerik üretiyormuş gibi görünmeye çalışıyorlar. Buna dikkat etmek gerekiyor” dedi.
Özgürlük kavramı
“Çağdaş Sanat ve Katılımcı Kültür Politikaları” başlığıyla sunum yapan Sanat Kuramcısı Ezgi Bekçay, öncelikle özgürlük kavramının özgürleşmesi gerektiğini, bugün var olan kavramın içinin neoliberaller tarafından doldurulmaya çalışıldığını söyledi. Sansüre karşı girişimlerin kurulduğuna dikkat çeken Bekçay, “Girişimci kendi kendini ileri taşıyarak, performansa dayalı olarak ileri götürmeye çalışıyor. Bu kişiler bir şekilde yalnızlaşıyor. Bu şekilde zamanla tek başına kalanlar, kendi iç dünyasına yöneliyor. Büyük devrimci olabilecekken, neoliberalizm bizi içimize döndürüp bizi yalnızlaştırıp depresyona sokuyor. Aslında özgürlük birçok dilde dostlar arasında olmaktır, etimolojik olarak. Ancak başkalarıyla topluluk halinde olan her birey, kendini burada geliştirir. Buna göre özgür olmak, kendini toplum içinde geliştirmektir” dedi.
Yerellik ve kültür
Sansüre ve otosansüre karşı mücadele etmenin önemli olduğunu dile getiren Bekçay, kültürel politikaların önemli olduğunu, çünkü kültürün demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü bir paradigmayı öne çıkardığını ve bu yüzden dikkat çekici olduğunu belirtti. Bekçay, “Sanat ve kültür aynı zamanda yerellikle bağlantılıdır. Yerellik aynı zamanda yerleşmekten gelir. O yüzden yerelden hareket etmek önemlidir. Dayanışma ekonomisi, otonomi ve özyönetimi tecrübe eden bağımsız inisiyatiflerin oluşturduğu ekosistem politikalarını kültür politikalarının içine çekmek gerekiyor. Dolayısıyla yerellik olunca, yerel halk kendileri kimlerin özne olacağını ve nelerin konuşabileceğini seçecektir. O yüzden yerellik kültür politikalarında çok önemli bir kavramdır” diye konuştu.
İkinci oturum soru-cevap bölümünün ardından sona erdi.
Nezahat Doğan moderatörlüğündeki üçüncü oturumda, ‘Kürt Sanatında Sansür ve Direniş’ başlığı altında sunumlar yapıldı.
Oturumda ilk olarak “Kürt Müziğinin Sansür, Otosansür Karşısında Direnme Biçimleri” başlığıyla müzisyen- aranjör Nurhak Kılagöz bir sunum yaptı. Kılagöz, şöyle konuştu: “Bugün asıl olan asimilasyondur. Bence asimilasyon sansürden büyüktür. Özellikle şark ıslahat planlarıyla Kürtler hep asimile edilmeye çalışılmıştır. Kürt sanatı da her zaman direnişini sergilemiştir. Her dönem Kürtlerin talepleri ‘eşkıyalık, bölücülükle’ karşılık bulmuştur. Siz ya Kürt olarak asimilasyona karşı bir sanat üreteceksiniz, bunun bedeli de dört duvar olacak. Ya da bu asimilasyon politikalarında bir Kürt olarak cumhurbaşkanı sarayına doğru gideceksiniz.”
Kürt sanatının tarihi
Devletin ıslahat planlarıyla Kürt dilini yasakladığını ve Kürtleri göçe zorladığını belirten Kılagöz, “Apê Musa, ıslığı yüzünden bile cezaevine girdi. 1960’larda Kürtler çalışmak için diğer şehirlere gidiyor ve bu sayede Kürtler batıya doğru kayıyor diyebiliriz. 1970’lerde Kürt müziği, sözü itibarıyla savaşa ve sömürüye karşı toplumun sesi oluyor. Daha sonra Kürt, Kurdistan sözlerinin kurulduğu bir döneme geçiyoruz. O zaman Türkiye müzik piyasasında önemli olan herkese ulaşmaktı. Kürtler burada arabeskin içine çekilmeye çalışılıyordu. Ali Baran, Şıvan Perver 70’lerde öne çıkıyor. 80 ve 90’larda devlet, toplumun toplumsallığına dönük bir saldırı gerçekleştirmiştir. Ancak o dönemde Diyarbakır zindanında büyük bir direniş oldu ve bu direniş müziklere konu oldu. Bu dönemde kültür sanat çalışanları kendini halkın fedaisi olarak gördü. Ancak Kürt müziğinde esas gelişme 2000’lerden sonra Kürtlerin belediyeleri almasıyla başladı. Tabi ki Kürt müziğinin sansür ve baskıyla anılması utanç vericidir. Dediğim gibi Kürtlerin tarih boyunca talepleri ‘eşkıya ve bölücülük’ gibi nitelemelerle anıldı. Kürtler sanat ve kültürle buna direndi ve zamanla müziklerin geniş bir alana yayıldığı bir durum ortaya çıktı” diye konuştu.
Kürt tiyatrosu
Oyuncu Ömer Şahin ise “Kürt Tiyatrosu: Sansür Değil Kıyım” başlığıyla sunum gerçekleştirdi. Kürt tiyatrocuların sürekli polis baskısıyla karşı karşıya kaldıklarını belirten Şahin, buna karşı mücadele ettiklerini söyledi. Şahin, “Sansürü biz yasak diye niteliyoruz. Biz sansürle değil, ondan daha sert durumlarla karşılaştık. 90’larda Kürt tiyatrosuna direkt fiziksel saldırı söz konusuydu. O dönemde birçok baskıyla karşı karşıya kaldık, diyebilirim. 2000’lerden sonra ise biraz daha hafif bir dönemdi. Artık direkt tiyatro sahneleri basılmıyordu; kaymakamlık yazılarıyla yasaklanıyordu. Bu yüzden bizde de otosansür gelişti. Ancak buna karşı her zaman direndik” ifadelerini kullandı.
Otosansür
“Yayıncılıkta Sansür ve Mücadele Biçimleri” başlığı altında ise Ventus Yayıncılık Genel Yayın Yönetmeni Serkan Eker sunum yaptı. Devletin yayıncılar, yazar ve sanatçılar üzerinde baskı kurduğunu belirten Eker, yayıncılar, yazarlar ve sanatçılar artık kendilerine otosansür uyguladığını ifade etti. Eker, şöyle devam etti: “Kürtçe yayınlarda son süreçte hâlâ sansür uygulanıyor ve imha ediliyor. Ama en çok sansür cezaevlerinde oluyor. Cezaevlerindeki üretimler direkt sansüre uğruyor. Diğer yandan yazar ya da yayıncı otosansür yapmasının nedeni yalnızlaşmaktan kaynaklı. Çünkü bu kitaplar ‘terörize’ ediliyor. Yayıncılar ya da yazarlar ağır cezalarla karşı karşıya kalıyor. Yine görsel medyada da böyle. Burada yayına yön verenler otosansür uyguluyor. Bunlar mevcut iktidarların doğrultusunda yayınlara zorlanıyorlar. Bunlara rağmen mücadeleyi bir şekilde sürdürüyoruz.”
Buluşmanın ilk günü soru-cevap bölümünün ardından sona erdi.
İSTANBUL