TBMM 28. dönem 3. yasama yılı, Cumhurbaşkanı’nın konuşmasıyla açıldı. Geçen hafta bu köşede yayımlanan “AKP’nin meşruiyet krizi ve yeni yasama yılı” başlıklı yazıda, AKP’nin iktidarı süresince hiçbir yasama yılına toplumsal meşruiyetini bu denli kaybetmiş olarak girmediğini ve iktidarını koruyabilmek için yeni yasama yılının “son şans” olabileceğini görerek bunu iyi değerlendirmek istediğini belirtmiştik. Halkın güvenini ve desteğini yeniden kazanabilme olasılığı bulunmadığının bilincinde olan AKP’nin bu hazırlıkları yaparken halkın sorunlarını çözmek yerine, sermaye ile ittifak halinde devleti yönettikleri kesimlerin teveccühüne mazhar olmayı tercih edecekleri görüşünü de paylaşmıştık.
Cumhurbaşkanı olarak kürsüde bulunmasına rağmen Erdoğan, AKP Genel Başkanı olarak yaptığı açılış konuşmasında Cumhur İttifakı’nın yeni yasama yılındaki planlamaları konusunda bilgi verdi. Bunu yaparken, AKP iktidarının toplumsal desteğini kaybetmesinin en önemli nedeni olan ekonomik kriz konusunda, -halkı içine düşürdükleri yoksulluğa, yoksunluğa değinmeden- Covid 19 pandemisi ve 6 Şubat depremlerinin ardına sığınırken; ekonominin mevcut durumu için pembe bir tablo çizmekten de geri durmadı. Yani pandemi ve depreme rağmen “ekonomiyi iyi yönetiyoruz” demeye getirdi.
Erdoğan, “İyi yönetiyoruz!” dediği, (halkı beslenme ve barınma başta olmak üzere en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz hale getiren, ücretleri ve emekli aylıklarını açlık sınırının gerisine düşüren, sağlığın ve eğitimin nüfusun önemli bir kesimi için ulaşılamaz hale gelmesine neden olan) ekonomik programın sürdürüleceğini ısrarla vurguladı. Böylece Erdoğan, AKP ve iktidar ortaklarının halkı tamamen gözden çıkardığı, iktidarını ulusal ve uluslararası sermaye ile ittifak halinde olduğu dar bir kesimin desteğine endekslediği, bir kez daha görülmüş oldu.
Erdoğan, Meclis açılış konuşmasında -partisinin önceki yasama yılında da gündem gelen- “yeni anayasa” konusuna da değindi. Yeni anayasa, meşruiyetini giderek kaybetmekte olan AKP/Saray iktidarının en acil ihtiyaçlarının başında geliyor. Zira, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adıyla kurulan otokratik rejim, -olağanüstü hal (OHAL) koşullarında- mevcut anayasa birçok kez ihlal edilerek kurulmuş ve bugüne gelmiştir. “Yeni anayasa”yla bu otokratik rejimin anayasal güvence altına alarak meşrulaştırılması ve mutlaklaştırılması amaçlanmaktadır.
Yeni yasama yılının açılış konuşmasında belki de en ses getiren, -bir zamanlar Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanı olmakla övünen, yakın zamana kadar İsrail ile ticari ve diplomatik ilişkileri en üst seviyede sürdüren- Erdoğan’ın işgal ve soykırıma varan katliamlarıyla Ortadoğu’yu büyük bir savaş alanına dönüştüren İsrail’in “vaat edilmiş topraklar” hezeyanının Türkiye için de yakın bir tehdit oluşturduğu, iddiası olmuştur. Bu açıklamanın ardından birçok dış politika ve Ortadoğu uzmanı, bu iddianın mesnetsiz olduğu, İsrail’in Türkiye toprakları için herhangi bir tehdit oluşturmadığı görüşünde birleşmiştir.
Devletin en üst düzeydeki -ve hatta tek söz sahibi- yetkilisi olan Erdoğan’ın hiçbir nesnel dayanağı olmayan ve savaş gibi toplumu tedirgin edecek bir iddiayı ortaya atmaktaki amacı ne olabilir? Yanıt sorunun içinde yer aldığı gibi, “toplumu tedirgin etmek”tir.
Peki ülkeyi neredeyse tek başına yöneten bir otokrat, toplumu neden tedirgin etmek istesin?
Bunu toplumsal desteğini kaybetmiş bir iktidarın varlığını sürdürebilmesi için uyguladığı bir “yönetme stratejisi” olarak görmek gerekiyor. Dünyanın birçok ülkesinde demokrasinin, hukukun, temel hak ve özgürlüklerin geçerliliğini kaybettiği; siyasi iktidarla toplumun genel çıkarları arasındaki çelişkinin derinleştiği koşullarda, “iç ve/veya dış tehdit algısı yaratmak” en sık başvurulan yönetme stratejisi olmuştur. Günümüzde de ABD’den Rusya’ya İsrail’den İran’a kadar birçok ülkede bu yönetme stratejisi kullanılmaktadır. Türkiye’de de bu yönteme sık sık başvurulmuş, kimi zaman Yunanistan, Sovyetler Birliği, İngiltere ve hatta ABD dış tehdit olarak gösterilirken; kimi zaman Rumları, Ermenileri ama her daim Kürtleri iç tehdit olarak gösteren iktidarlar egemenliklerini tahkim etmek istemişlerdir. Öte yandan her bir tehdit unsuru aynı zamanda, devletin halka yönelik güvenlikçi politikalarını ve silah harcamalarını meşrulaştırma işlevi de görmüştür.
Yeni yasama yılının açılışı, Erdoğan’ın konuşma metni kadar -belki ondan da fazla- CHP grubunun Erdoğan’ı karşılaması, iktidar ortağı MHP’nin lideri Bahçeli ile CHP lideri Özgür Özel’in diyaloğu ve Bahçeli’nin DEM Parti eş başkanı Tuncay Bakırhan’la tokalaşması, bu esnada sarfettiği kimi sözlerle de AKP’nin ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin yitirdiği meşruiyeti yeniden kazanma çabası olarak değerlendirilebilir.
Uzun yıllardır Meclis açılışlarında Erdoğan’ı protesto etmek için ayağa kalkmayan CHP grubu bu kez Erdoğan’ı ayakta karşıladı ve Özel bu tavrı, “Normalleşmenin zararı yok” sözleriyle açıkladı. Böylece 31 Mart hezimeti sonrasında AKP’ye “normalleşme” adı altında “can suyu” olan CHP’nin bu yaklaşımını sürdürdüğü de anlaşılmış oldu. Öte yandan aynı gün içinde gazetecileri ve CHP’yi açıkça tehdit eden Bahçeli’nin Özel’e “Birbirimizi kırmıyoruz inşallah. Üzülme! Bazen siyaseten söylememiz gerekenler oluyor. Siyasetin gereği” sözlerine karşılık Özel’in “Önemli olan saygıda ve sevgide eksiklik göstermemek” yanıtı vermesi de iktidarın meşruiyet krizini aşmada verilmiş bir destek olarak kabul edilebilir elbette. Bahçeli’nin “Meclis çatısı altında bulunmalarını bile hazmedemediği” DEM Parti ile tokalaşmaya gitmesi ve ardından yaptığı “Yeni bir döneme giriyoruz. Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” açıklamasını da yine meşruiyet arayışı olarak değerlendirmek gerekir sanıyorum.
Sözün özü: Yasama yılının açılışında otokratik rejime meşruiyet kazandırmak için hazırlanmış bir senaryonun sahneye konduğu anlaşılıyor. CHP yönetimi de bu senaryoda kendisine verilen rolü kabullenmiş gözüküyor. Bu durumda yoksulluğa, ayrımcılığa, siyasal ve kültürel hakların gasp edilmesine; toprağın, ormanın, derenin ve tüm yaşam alanlarının talan edilmesine “savaş tehdidiyle” sessiz kalması istenen halkları temsil etmenin tüm sorumluluğu ise yine DEM Parti’ye düşüyor!