Varlığın, var oluşun insan boyutundaki tecellisi, tarihsel serüveninde, insanlığı çoklu neden ve etkileşimlerle çok kültürlü bir gerçeklik biçiminde karakterize etmiştir. Yaşamın beslenme, barınma, neslini sürdürme, yani hayatta kalma ihtiyaçlarından hareketle başladığını kabul edebileceğimiz bilgilenme süreçleri; var oluşu, dünyayı, gittikçe evreni bir bütün olarak açıklama arayışlarına evrilmiştir.
Var oluşa dair çözümleme ve önermeler bütünü, yani kozmogoni çözümlemesi, söz konusu toplumun hakikat bilgisi olarak kabul edilmiş, hem toplumsal karakterin, hem de beşikten mezara yaşam biçiminin temel belirleyenlerinden olmuştur.
Bu arayış ve cevapları, söz konusu toplumsal özelin “kendini bilme” arayışı ve doğa ve insanla ilişkilenme biçimini belirleme, anlamlandırma, bağlı olarak duruş kazanma süreçleri olarak kabul edebiliriz. En azından bu sonuçlara yol açtığını görebilmekteyiz.
Hakikat arayışından ayrı olarak, inanç kurgusunu ve kendini gerçekleştirme biçimlerini tahakküm ve gasp üzerine inşa eden, ideolojik hegemonyayla kendini meşrulaştırma çabasında olan eril zihniyet ve sistemiyle; hakikat arayışının sonucu olarak var oluşu, varlığı anlama ve açıklama üzerinden gelişen; insanlık ve varlıkla barışık bir yaşam biçimine ve toplumsal formasyona ulaşan, bunu mümkün kılan öğreti ve inanç sistemlerini aynı çuvala koyamayız. Zira ilki tamamen tahakküm kurgusudur, ikincisi ise öncelikle hakikat arayışıdır ve özgürlükçü, eşitlikçi yaşam biçiminin hem felsefi hem de ideolojik direniş zeminidir.
Hegomon merkezler; araçsallaştırdıkları dinler, milliyetçilikler, cinsiyetçilik, tahakkümlerinin sembolü olan ikonları ve her türlü zor araçları ve kurumlaşmalarıyla, çelişki ve ittifaklarıyla aynı motivasyon içindedirler; tahakküm, gasp ve sömürü… Zira küresel boyutta gerçekleşen insan ve doğa kıyımını hali hazırda hep beraber yaşamaktayız. Dünyanın herhangi bir yerinde bu sisteme bilinçli ve iradeli dahiliyet tüm bu kötülüklere gönüllü onay ve destek anlamına gelmektedir.
Genel bir mesele olduğunun bilincinde olmakla beraber, toplumsal özelimize dönüp bakma gereği duymaktayız. “Devletin Alevisi olmayacağız” sloganına karşın, bir rızasızlık hali olan devletin, daha doğru olarak eril sistemin neresindeyiz? Farkındalığımız olsun ya da olmasın; Yol’un cümleden ulu ve aidiyet iddiasını, gönül bağını koruyan her Alevi için bağlayıcı olduğu ilkesini ne kadar yaşıyoruz? Yol’un yaşamın her alanına dair önermeleri vardır ve Aleviler burdan bilir, bakar, görür, duruş kazanır ve eyler.
Var oluşun, varlığın holistik ve simbiyotik gerçeği, Alevi öğretisinde “Arı Sırrı” olarak bilince çıkarılıp kavramlaştırılmıştır ki, bir önceki yazımızda bu hakikatin “Ana Sırrı” olduğunu kısaca izah etmiştik. Bilince çıkarılıp kavramlaştırılan bu hakikat, manası kavranırsa tek başına bir yaşam rehberliğidir ve yaşamın her alanına dair önermeler bütününün temel formülasyonu anlamına gelmektedir.
Arı sırrı, “bin bir donda görünen hakikatin” tüm oluş ve ilişkilenme süreçlerinin “nefsine tabi, Hakk’ın kemaliyle buluşamamış insana kadar” rıza ve ikrar üzerine kurulu ve işlemekte olduğu tespitidir. Ve Yol’un her talibine, talip toplumsallığına Arı Sırrı üzerinden sürülecek bir yaşam önermesidir.
Kapitalist sistemin beyaz ve yeşil İttihatçı versiyonları tekçi bir zihniyetle koşullanmış, azami tahakküm ve sömürüye; bu bağlamda tahakküm hukukuna tabi homojen toplum yaratmaya odaklanmış, halklarımıza, farklı toplumsal kesimlere nice zulüm yaşatmış ve yaşatmaktadır. Aleviler, tekçi şiddetin en mağdur halk gerçekliklerinden biridir. En büyük zaafiyetlerimiz ise tarihsel-toplumsal hakikatimizden, özellikle düşünsel mirasımızdan kopuş üzerinden gerçekleşmektedir.
Yol’un hakikatiyle buluşup iradeleşemeyen, tekçi sistem partilerinin toplumsal tabanına eklemlenerek kendi Yol’unu ve toplumsal gerçekliğini yok etmeye odaklı zihniyet ve siyaset biçimine güç katan Alevi sistemin Alevisi olmuş mudur? Sürekler gerçeğine, Alevilerin farklı etnik kimliklerine tahammül edemeyen ve sistemin gölgesinde Alevilere tekçiliği dayatan Alevi bireyi ya da kurumu sistemin Alevisi olmuş mudur? “Arap Ali diyerek” etnik karşıtlığa düşen, rıza ve ikrarı hiçe sayan, bin bir donda görünenin Hakk’ın halleri olduğu hakikatini çiğneyen Alevi, sistemin (ya da devletin) Alevisi olmuş mudur? Şiddet ya da çıkar ilişkileri nedeniyle etnik gerçeğini, dilini, süreğini hiçleştiren ya da inkar eden, daha da ileri gidip düşmanlık edebilen Alevi, sistemin Alevisi olmuş mudur? Daha doğru olarak bu zaafiyetlere düşen Alevi hala Alevi midir?
Daha da uzatabilir, pek çok zaafiyet sayabiliriz fakat sadece bu örnekler dahi toplumsal bünyemize sirayet eden pek çok hastalığı göz önüne sermeye yeterlidir. Kişinin de, toplumun da kendisiyle rızası özünü dara çekmesiyle mümkündür. Hakikatimizle buluşamadan, özümüzü dara çekmeden, rıza ve ikrar üzerine kurulu bir yaşam sürmeden ne Yol’umuzu ne de toplumsal varlığımızı yaşatamayız.
Aşk ile…