“Her çöküş, entelektüel ve ahlaki bozukluğu da beraberinde getirir” der Gramsci. Bugün yaşadığımız tam da budur: Onlarca yıllık neoliberal birikim modelinin çöküşü. Her çöküş gibi bu çöküşte de en sarsıcı olan yaratılmak istenen toplumsal ilişkilerin tel tel çözülmesidir. Bunları yeni temelde örgütleyecek bir odağın varlığından yoksun olmak ise en vahimi. Keza gelinen noktada kapitalizmin yıllar içinde oluşturduğu ekonomik olduğu kadar ideolojik-siyasi-kültürel çok kapsamlı tahakküm ilişkileri çözülmedi sadece. O projeye karşı cepheden yanıt veremediği oranda kendisi de “çözülen” bir “sol” gerçekliği ortaya çıktı. Kapitalist tahakküme, kitlelerdeki dönüşüme karşı “başka bir dünyanın”, toplumsal-sınıfsal ilişkilerin olabileceğini inandırıcı bir şekilde kendisinde cisimleştiren ve çekim merkezi haline gelebilen alternatifler de zayıfladıkça zayıfladı.
Gelinen noktada kitleleri sayısız yöntem ve araçla kapitalist barbarlık sisteminin küçük birer prototipi yapma uğraşının, kışkırtılan tüketim çılgınlığının ve dolayısıyla hazcılığın-doyumsuzluğun, kolay yoldan köşe dönmeciliğin, toplumsal olan her duygu ve düşünceden uzaklaşıp bencilliğin hücresine hapsolmuş bir çeşit köleliğin yaşanan yıkım içinden kendisini yeniden var etme uğraşlarının sonuçlarıyla karşı karşıyayız.
Son günlerde daha sık gündeme gelen yaygın tabirle “yeni nesil çeteler” hem yıllar içinde yaratılan toplumsal gerçekliğin fotoğrafı hem de bu gerçekliğin de çöküşle birlikte sürüklendiği krizden kendisini yeni biçimlerle kurgulayarak devam ettirme çabasının ifadesi oluyorlar.
Bu toplumsal projenin yarattığı çok kapsamlı krizler başımızı çevirdiğimiz her yandan adeta haykırıyor. Kadın cinayetleri, çocuk istismarları, dinin alabildiğine düşkünleşmiş bir siyasi rant aracına dönüştürülmesi, sapkınlığın hayvanlara kadar uzanan akıl almaz biçimleri… Kısacası insanı dehşete düşürecek her şeyin üretildiği bu yıkım sürecinde Gramsci’nin deyimiyle “ayık, sabırlı insanları yaratmak” geçmişle kıyaslanmayacak kadar zor görünse de geçmişle kıyaslanmayacak kadar zorunludur, yaşamsaldır.
Elbette tüm toplum on yıllar içinde yaratılan ve şimdi çöküşüyle birlikte ortalığa kötü kokular salarak dağılan o toplumsal projenin parçası olmadı. Olmadığı gibi bugün de o yıkıntılardan daha korkunç yollara saparak çıkmaya çalışmıyor. Nitekim öyle olsaydı; her gün orada burada boy veren işçi direnişleri, doğanın talanına karşı filizlenen halk öfkesi, kadınların kesilmeyen mücadele soluğu, Kürt halkının ne yapılırsa yapılsın kendisini yeniden üreten direnişçiliği, faşist tahakküm karşısında teslim olmayanların öfke ve tepkileri olmazdı. Direnen, soluk alan yanımız on yıllar içinde de oldu, şimdi bu yıkımdan da kendisine nefes alabileceği tertemiz bir iklim yaratmakta ısrar ediyor.
Sistem kendisiyle birlikte çürüttüğü yanımızdan korkmuyor, tersine bu yanımızın ısrarla direnen tarafa geçmemesi için elinden geleni ardına koymuyor.
“Yeni nesil” çetelerden birine üye olduğu anlaşılan 19 yaşındaki Yunus Emre Geçti’nin istismardan gasba, şiddetten kadına, cinsel saldırıya kadar uzanan 26 suç kaydı olduğu ortaya çıktı. Geçti, bu suç çetelesine rağmen dışarıdaydı. Bu çetelerin popüler saldırı araçlarından olan bir motosiklet hırsızlığı nedeniyle yakalanıp getirildiği karakoldan kaçarak polis Şeyda Yılmaz’ı öldürmeseydi, belki yine serbest kalacaktı.
Keza o, bu sistemin yarattığı bir sonuç olduğu kadar varlığını bir şekilde sürdürmesinin de biçimlerinden birini simgeliyordu. Uluslararası bir karakter kazanan ve binlerce emekçi çocuğunu bünyesinde toplayan bu çeteler yürüttükleri kirli karanlık işlerle hem sıcak para kaynağı oluyorlar hem de rol model. Böylece işsizler ordusuna atılıp sefalete mahkûm edildikleri gibi çeşitli araçlarla kolay yoldan para kazanma, lüks tüketim objelerine ulaşma dürtüleri kışkırtıldıkça kışkırtılan emekçi çocuklarının sistem karşıtı bir mecraya geçişlerini engelleyecek bir bariyer…
Öyle olmasa kara para aklamaktan tutuklanan Dilan Polatlar bir yolu bulunarak salıverilir miydi?
Üstelik Geçti, başka biçimde de araçsallaştırıldı: İşkencenin meşrulaştırılması ve naklen izlettirilmesi. Arkadaşları öldürülen polislerin öfkesine verildi bu. Üstelik İçişleri Bakanlığı o işkenceyi yapan polisler hakkında soruşturma açıldığı haberlerine ateş püskürerek resmen sahiplendi. Geçti’nin varlığı, “Ne yaparsanız yapın ama devlete dokunamazsınız” mesajının altının çizilmesinin fırsatına dönüştürüldü.
Öyle ya, onca suç kaydına, ailesinin defalarca yaptığı uyarı ve şikayetlere rağmen dokunulmayan, dışarıda elini kolunu sallayarak dolaşmasına izin verilen Geçti, polisten gasbettiği silahla polisi öldürmeseydi, tüm bunlar olur muydu?
Hrant Dink’i katleden Ogün Samast’ın karakolda gördüğü muameleyi hatırlatmak bile bu soruya yanıt vermeye yeter aslında.
Nereden bakarsak bakalım sistemin onlarca yıllık politikalarının, sömürü yöntemlerinin, ideolojik-siyasi-kültürel tahakküm biçimlerinin iflası ve yaratılan toplumsal gerçekliğin çöküşüyle karşı karşıya olduğumuz örtülemiyor artık. Bu gerçek, insanı dehşete düşürecek boyutlar kazanarak karşımızda duruyor. İçinde kaybolmamız, çaresizliğe kapılmamız isteniyor.
Bu böyleyken işçi ve emekçilerin örgütlenme yönelimleri, eskimiş yöntem ve araçları fiili direniş ve kararlılıklarıyla aşma çabası da sayısız örnekle karşımızda duruyor. Her fırsatta hissettirilen baskı ve zor, naklen izlettirilen işkence görüntüleri de esas olarak burada filizlenecek yeni toplumsal ilişkileri boğmaya yönelik.
Direnişlerin çoğalması ve önümüzdeki dönemde daha da şiddetlenecek sömürü ve baskı biçimlerine karşı alınacak tutumların yol göstericisi olmaması ve yeni bir kültürün tam da buralardan filizlenmemesi için var güçleriyle saldırıyorlar. Polonez, Fernas, Akcanlar işçilerine yapılanlar bu açıdan çarpıcıdır.
Gelecek kaygısı olanların dehşet verici toplumsal çözülmenin karşısına yeni toplumsal ilişkileri dikebilecekleri kaynak da buradadır. “En kötü dehşetler karşısında dahi umutsuzluğa kapılmayacak” şekilde yönümüzü dönmemiz gereken adreslerden biri buralardır. Buralarda kendimizi de yeniden üretip çoğaltabileceğiz…