PKK Lideri Abdullah Öcalan, Ortadoğu’ya dönük hesaplar önünde ‘tehdit’ görüldüğünü, uluslararası komployla Kürtlerin yok edilmesinin amaçlandığını söylemiş, komployu boşa çıkardığını belirterek, ‘Biz temel insan onurundan vazgeçmeyeceğiz. Elbette kimlik savaşımızı sonuna kadar sürdüreceğiz’ demişti
PKK Lideri Abdullah Öcalan, ABD’nin başını çektiği küresel güçlerin ortaklığıyla 9 Ekim 1998 tarihinde Suriye’den çıkarıldı. Uluslararası komplonun hedefi, Abdullah Öcalan’ı “imha” etmek ve hareketi PKK’yi ise “tasfiye” etmekti. Ancak “imha ve tasfiye” planı başarılı olmadı.
Abdullah Öcalan, Kürt sorununun demokratik çözümü için gittiği Avrupa’da, kendi tespitiyle “istenmeyen kişi” ilan edildi. Çözüm çabaları karşılık bulmayan Abdullah Öcalan, 15 Şubat 1999’da ise Türkiye’ye getirildi.
Abdullah Öcalan, Türkiye’ye getirildikten sonra yaptığı değerlendirmelerde kendisine dönük komploya dair çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Abdullah Öcalan, birçok ülkenin içerisinde yer aldığı komployu, “NATO-Gladio operasyonu”, “3’üncü Dünya Savaşı’nın başlangıcı”, “21’nci yüzyılın en büyük komplosu” ve “Ortadoğu’ya müdahalenin ilk adımı” olarak nitelendirdi.
PKK Lideri Öcalan, komploya dair en geniş değerlendirmeyi, İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde kaleme aldığı “Kürt Sorunu ve Demokratik Uygarlık Çözümü” kitabında yaptı.
Komplo değerlendirmeleri
Öcalan, kitabında kendisine dönük operasyon sürecinin ABD ve AB’nin siyasi sorumluluğu altında “NATO Gladio” tarafından yürütüldüğüne dikkati çekti. Öcalan, komplonun ardındaki felsefi ve politik zihniyetin büyük önem taşıdığına işaret ederek, “Her dönemin kilometre taşı olan komplolardan bahsettim. Bunlardan sadece Kürtlere yönelik olanlarından Hamidiye Alayları komplosu, 1914 Bitlis’teki Melle Selim, 1925 Şeyh Sait, 1930 Ağrı ve 1937 Dersim komploları, 1959’da 49’lar ve 1960’ta 400’ler Davaları, Faik Bucak’ın öldürülmesi ve Sait Kırmızıtoprak’ın KDP tarafından katledilmesi, yine PKK’nin ideolojik aşamasından günümüze kadar aynı zihniyet tarafından organize edilen yüzlerce komplo bir çırpıda sıralanabilir. Komploları düzenleyenler bunu ustaca düzenlenmiş iktidar sanatı saymaktadırlar. Yani komplo iktidar sanatının en önemli aracı ve ruhu durumundadır. Bu sanat Kürtler için kesinlikle komplo temelinde yürütülmek durumundaydı. Komplonun açıktan bir yöntemle uygulanması, öyküdeki çocuğun ‘Anne bak, kral çıplak’ demesine benzer bir duruma yol açacaktı. Hedefinde soykırıma dek giden uygulamalar bulunan bir iktidar gücünün elinde komplo dışında bir araç ve buna yön veren zihniyet yoktur. Burada önemli olan, komploya dahil olan güçlerin doğru tanınması ve tanımlanmasıdır” diye kaydetti.
‘Asırlık düşmanlar birleşti’
Komploda parmağı olan güçler arasındaki ilişkiyi irdeleyen Öcalan, “ABD’den Rusya Federasyonu’na, AB’den Arap Birliği’ne, Türkiye’den Yunanistan’a, Kenya’dan Tacikistan’a kadar birçok devlet komploya dahil olmuştu. Asırlık düşmanlar olan Türkler ve Yunanlıları birleştiren neydi? Neden benim sırtımdan bu kadar ilkesiz ittifaklar veya çıkar birlikleri kuruluyordu? Ayrıca hedeflenmeme için sevinen Türk ve Kürt sol ve ulusal işbirlikçilerin sayısı hesaplanmayacak kadar çoktu. Resmi dünya sanki benim şahsımda en tehlikeli rakibini kıstırmış gibiydi. PKK içinde bile kendileri için ikbal günlerinin geldiğine ve diledikleri gibi yaşamaları fırsatının doğduğuna inananların sayısı küçümsenemezdi. Şüphesiz en başta ve en genel bir gözlem tüm bu güçlerin kapitalist modernitenin liberal çıkarlar peşinde koşan önde gelen kesimlerinden oluştuğunu ortaya koyuyordu. Ben birçoğunun liberal faşist zihniyetini ve çıkarlarını tehdit etmekteydim” diye belirtti.
Ortadoğu’ya yönelik hesaplar
İngiltere’nin komplodaki rolüne de sık sık vurgu yapan Öcalan, komploda “en tecrübeli gücün” İngiltere olduğunu vurguladı. Öcalan, şunları kaydetti:
“Benim Avrupa’da politika yapmamam için ilk işaret fişeğini sıkan güçtür. Avrupa’ya adım atar atmaz beni hemen ‘persona non grata’, yani ‘istenmeyen kişi’ ilan etmişti. Bu basit bir adım değildi, sonucu önceden belirleyen adımlardandı. Peki, Humeyni için, Lenin için bile alınmayan böylesi bir tavır neden hemen benim için alınmıştı? Özcesi, Ortadoğu’ya yönelik iki yüz yıllık hegemonik hesapları önünde, özellikle Kürdistan politikasından ötürü (özetle ‚Ver Kerkük-Musul’u, yok et kendi sınırlarındaki Kürtleri’ politikası nedeniyle) ciddi bir engel olarak ortaya çıkmıştım. Bütün planları ve uygulayıcıları karşısında tehlikeli olmaya başlamıştım.”
Öcalan, komplodaki bir başka hedefin Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) hayata geçirmek olduğuna işaret ederek, “Bunun için Kurdistan’daki gelişmeler kilit önemdeydi. Mutlaka etkisizleştirilmem en azından konjonktür gereğiydi. Tasfiye edilmem o günler için küresel politikalarına uygun düşmekteydi. Tarihinin çok önemli bir ekonomik krizini yaşayan Rusya’nın o dönemde çok acil krediye ihtiyacı vardı. Eğer derde derman olacaksa, bana karşı düzenlenen komploda yer alıp rolünü oynamaması için neden kalmayacaktı” diye belirtti
Kurdistan üzerindeki hesaplar
PKK Lideri Öcalan, Kurdistan üzerindeki hesapların da komploda önemli bir etken olduğunu vurguladı. Öcalan, söz konusu etkenlere dair ise şu değerlendirmelerde bulundu:
“Bunları söylerken sanırım gerçeği biraz daha aydınlatmış oluyorum. O günlerde Kurdistan’ın özgürlüğünden ve Kürtlerin kimliğini kazanmalarından yana olmak, her türlü günübirlik liberal çıkarları, pragmatizmi ve bencilliği aşmayı gerektiriyor; sağı ve soluyla kapitalist modernite yaşamından vazgeçmeyi veya bu yaşamın karşısına dikilmeyi emrediyor, buna zorluyordu. Tersine o günlerin dünyası küresel liberalizmin dünyayı fethetme savaşında şahlandığı günlerin dünyasıydı. Liberal faşizmin dünya çapında egemenliğini ilan ettiği yıllar yaşanmaktaydı. Politik açıdan ise, Ortadoğu hegemonik mücadelenin merkezi konumundaydı. Kurdistan üzerindeki mücadele hegemonik hesaplar açısından kilit roldeydi. PKK’nin ideolojik ve politik konumu hegemonik hesaplarla açık çelişki içindeydi. Dolayısıyla tasfiye edilmem, bu hesapların önünün açılması anlamına geliyordu.”
‘Komplo Türklere de yapıldı’
Abdullah Öcalan’ın bir diğer tespiti ise, “Komplo şahsımda sadece Kürtlere değil, Türklere de yapılmıştı” oldu. Öcalan’ın bu tespite dair geniş değerlendirmesi ise şöyle:
“Teslim ediliş biçimi ve bunda rol oynayanların niyeti ‘terör’ün sona erdirilmesi ve çözüm olmayıp, bir yüzyıl daha sürecek şekilde anlaşmazlığın temelini derinleştirmekti. Beni komploya düşürmeleri bu niyetleri için ideal bir fırsat sunmuştu. Bu fırsatı sonuna kadar kullanmak isteyeceklerdi. Aksini düşünmek mümkün değildi. Çünkü isteselerdi bu yöndeki çok olumlu gelişmelere katkı sunabilirlerdi. Oysa işleri sürekli çıkmaza sürüklüyorlar, sorunu çözmek yerine tam bir kördüğüme dönüştürüyorlardı. Tipik bir İsrail-Filistin ikilemi yaratılmak isteniyordu. Nasıl ki İsrail-Filistin ikilemi yüzyıldır Ortadoğu’da Batı hegemonyasına hizmet etmişse, ondan çok daha büyük boyutlu olan Türk-Kürt ikilemi de en azından bir yüzyıl daha hegemonik hesaplarına hizmet edebilirdi. Zaten 19. yüzyılda bölgedeki birçok etnik ve mezhepsel sorunun geliştirilmesinde ve çözümsüz bırakılmasında aynı amaç güdülmüştür. İmralı gerçeği bu yöndeki ham bilgilerimi iyice olgunlaştırdı. Fakat karşımda duran en önemli sorun, bunu Türk yönetici elitine kavratabilmekti.
Dolayısıyla komplonun benden, Kürtlerden daha çok Türklere yapıldığını kavratabilmek en önemli sorunum haline gelmişti. Bunu sorguculara sıkça vurguluyordum. Ama onlar kendilerini başarı şehvetine kaptırmışlardı. 2005’te Kürt kimlik ve özgürlük hareketinin eskisinden daha diri olduğunu kavradıkları zamana kadar bu yaklaşımları devam etti. Konu üzerinde daha derinliğine yoğunlaştığımda, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerindeki komplo unsurlarını daha yakından gördüm. Türk bağımsızlığı denilen olayın en fena bağımlılık türlerinden biri olduğunu fark ettim. Türklerin bağımlılığı ideolojik ve politikti. İnşa edilen milliyetçilik ve ulusçuluğun yabancı menşeli olduğunu, Türk toplumsal olgusu ve tarihiyle pek az ilgisinin bulunduğunu gittikçe daha iyi fark edebiliyordum. Hegemonik güçler Türk yönetici elitinin iktidar konusunda ne denli zaaflı olduğunu biliyorlar ve bu zaafı kullanıyorlardı. Kürtler üzerinde kurdukları sınır tanımaz hâkimiyet de aynı zaaftan ileri geliyordu. Bu hâkimiyet aynı zamanda mahkûmiyetleri demekti. Hâkimiyetleri hep güdümlüydü, öz ideolojileri yoktu; daha doğrusu, ‘hâkimiyet her şey, ideoloji hiçbir şey’ kuralı işletiliyordu.
Türk- Kürt ikileminin derinleştirilmesi
Hegemonik güçlerin Türk-Kürt ikileminin derinleştirilmesinde kullandıkları yöntem ‘tavşan kaç, tazı tut’ yöntemiydi. Öyle ki hem tazı hem de tavşan bu kovalamacada yorgun düşecekler, sonuçta her ikisi de sahiplerinin hizmetine ve kullanımına gireceklerdi. Bana bizzat uygulananlar, bu yöntemin doğrulanması anlamına geliyordu. Gerek AB Konseyi’nin yaklaşımları gerekse AİHM’nin kararları tam da bu politikanın uygulanmasına hizmet ediyordu. İki tarafı da kendine sonsuz bağlama mantığı geçerliydi. Amaç adalet ve çözüm değildi. Savunmalarımı daha çok bu mantığı teşhir amacıyla geliştirdim. Hiçbir NATO ülkesinde görülmeyen bir biçimde Gladio örgütlenmesini devletin tepesine oturtmak, iyi niyet ve güvenlikle izah edilemez. İpleri kendi ellerinde olduğu ve ülkeyi diledikleri gibi yönetmelerine eşsiz bir fırsat sunduğu için, hegemonik güçler Gladio’nun Türkiye uzantısına göz yummuşlardı.
Bir bütün olarak Gladio yakından incelendiğinde ve felsefesi açığa çıkarıldığında görülecektir ki, hedef en kısa yoldan ülkeyi işgal etmek, halkını bölüp parçalamak ve çatıştırmaktı. Özellikle Ortadoğu’daki uzantılarında bu gerçeklik sıkça yaşanan uygulamalarla kendini ortaya koyuyordu. Bir halkı yönetmenin en etkili aracıydı. Hem halkını devlete karşı çıkartıyorlar hem de ikisini birbirine ezdiriyorlar, tehlikeli gördüklerini bu yöntemle tasfiye ediyorlardı. Türkiye’nin son 60 yıllık yönetim gerçeğinde bu olgu çok çarpıcıydı. Ülke âdeta Gladio çatışmalarının laboratuvarı haline getirilmişti. Sadece PKK tarihinin tüm önemli süreçlerinde yaşanan Gladio’dan kaynaklı çatışmalar devletin ve halkların yüzyıllarca süren geleneksel dostluklarının sonunu getirmeye yeterli olmuştu.
İmralı süreci
İmralı sürecini bu oyunu bozmak için ideal bir platform olarak değerlendirdim. Bunun için gerekli olan teorik temelimi güçlendirdim. Barışın ve siyasi çözüm koşullarının bütün felsefi ve pratik argümanlarını geliştirdim. Demokratik siyasi çözümün özgünlüğü üzerinde yoğunlaştım. Zorlu ve sabır isteyen bu çalışmalar komplonun kısırdöngülerini kırabilir ve çözüm alternatiflerini geliştirebilirdi. Bu konuda kendime güvenmekten başka çarem yoktu. Aslında komplo sürecinde rol alanların niyeti farklıydı. Benim şahsımda PKK’nin ve Özgürlük Hareketi’nin bitirilişini sağlamak istiyorlardı. Cezaevi uygulamaları, AİHM ve AB’nin tüm yaklaşımları bu ana amaçla bağlantılıydı. Benden arındırılmış bir Kürt Hareketi hedefleniyordu. İğdiş edilmiş, efendilerinin hizmetinde olan geleneksel işbirlikçiliğin modern bir versiyonu oluşturulmak isteniyordu. Özellikle ABD ve AB’nin uzun vadeli çalışmaları bu doğrultudaydı. Türk yönetici elitiyle bu temelde ittifaklara açıklardı.
‘Savunmam çözüm yolu oldu’
Özcesi, özellikle İngiliz hegemonyacılığının önce işçi sınıfı hareketinde, daha sonraları ulusal kurtuluş hareketleriyle devrimci-demokratik hareketlerde başarıyla uyguladığı bu iğdiş etme modeli, liberal insan hakları ve özgürlükleri yöntemiyle başarıya ulaşmıştı. Devrimci önderleri ve örgütleri tasfiye etmişlerdi. Yüzlerce yıldır uyguladıkları tasfiye yöntemlerinin bir benzeri PKK’ye ve devrimci, kolektif özgürlük ve eşitlik hareketine uygulanıyordu. İmralı sürecinden beklenen esas sonuç buydu; üzerinde çokça çalışılan ve ustaca uygulanmak istenen plan buydu. Strateji ve taktikler bu plan çerçevesinde geliştiriliyordu. Benim bunlara mukabil geliştirdiğim savunma ne klasik Ortodoks dogmatik tutuma ne de kendimi kurtarmaya ve koşullarımı iyileştirmeye dayanıyordu. Savunmama yön veren şey, ilkeli, halkların tarihsel ve toplumsal gerçekliğine uygun onurlu barış ve demokratik çözüm yolu oldu.”
‘Bu oyun bozulmak zorunda’
Abdullah Öcalan, kaleme aldığı kitabın yanı sıra avukat görüşmelerinde de kendisine dönük komployu birçok kez derinlikli irdeledi. Öcalan, 15 Kasım 2000 tarihli görüşmede, İmralı Adası’na getirilmesiyle Türkiye’de yeni bir sürecin başladığına işaret ederek, komploya “21’inci yüzyılın komplosu” tanımlaması yaptı.
Abdullah Öcalan, 16 Mayıs 2001 tarihli avukat görüşmesinde ise, “Ben Türkiye’nin değil, komplonun mahkumuyum” dedi. Abdullah Öcalan, “Avrupa’ya ‘Sen hukuku değil, iki yüz yılın katliamını ve komplosunu dayattın’ diyeceğiz. Şahitlerimiz var. Uçağı getirip götürenler, VIP salonunda geçirenler gizleniyor. İtalya’dan nasıl çıkarıldığım, Almanya’nın beni almamak için neler yaptığı gizleniyor. Türkiye’yi mahkum etmeye çalışıyorlar. Hayır, mahkum edilecek olan en büyük güç Avrupa’dır. Buna tiyatro demiştim, senaryoyu başkası yazdı, İmralı’da oynandı. Bu oyun bozulmak zorunda” diye kaydetti.
‘Komployu boşa çıkardım’
PKK Lideri Öcalan, 4 Temmuz 2001 tarihli avukat görüşmesinde, komployla “PKK ve Kürtlerin yok edilmesinin” amaçlandığına vurgu yaptı. Abdullah Öcalan, “Komplo benim ölümüm üzerine kurulmuştu. Ben yaşayarak komployu boşa çıkardım. Komplonun uluslararası boyutları var. ABD ve İngiltere’nin rolü anlaşılmalı. Miloseviç ‘Yugoslavya’da olanlar İngilizlerin planıdır’ diyor. Bunu iyi izleyin, benimle benzerlikleri var. Tarihi iyi inceleyin. Ama biz temel insan onurundan vazgeçmeyeceğiz. Elbette kimlik savaşımızı sonuna kadar sürdüreceğiz” dedi.
‘Ya savaş ya demokratik çözüm’
Öcalan, 27 Şubat 2002 tarihli avukat görüşmesinde ise, şu değerlendirmede bulundu:
“Komplo istediği gibi yürüseydi, bu Anadolu’nun kana bulanması demekti. Kimse bunu düşünmüyor. Siyasetten mideleri bağlanmış. Çiller (Tansu Çiller) ekibi çeteleşmiş ekiptir. Beni yaşatan, bu çılgınlığın durdurulmasıydı. İdam tartışmalarının benim üzerimden yürümesi siyasi bir oyundur. Komplo sürecinde ABD ve Yunanistan yine benim üzerimden ‘onlar birbirine girsinler, birbirlerini katletsinler’ diyorlardı. Biz bu oyuna gelerek onurumuzdan, özgürlüğümüzden mi vazgeçelim? Bu oyunları bozmak için demokratik zemini zorlayacağız. Başka da bir yolu yok. Bu sorun ya savaşla derinleşecek ya da barış ve demokratik çözüm gelişecek.”
- yıl değerlendirmesi
Öcalan, 20 Ocak 2010 tarihinde yaptığı avukat görüşmesinde şunları belirtti: “Komplonun 12. yılına girerken şunları belirtebilirim. Nasıl ki 1920’li yıllarda, öncesinde 1915’lerde Ermenileri önce destekleyip onları öne sürüp daha sonra Anadolu’dan tamamen tasfiye olmalarına neden oldularsa aynı şekilde Yunanlılar nasıl önce desteklenip sonra Anadolu’dan tamamen tasfiye edildilerse aslında 15 Şubat 1999’da gerçekleştirilen komployla amaçlanan nihai şey de buydu. Türkiye’den daha sonra komünistler ve diğer muhalifler de tamamen tasfiye edildiler. Ve bu şekilde Türkiye tamamen Batılı kapitalist devletlerin istediği özelliklere sahip, onların amaçlarına uygun bir devlet haline getirilmiş oldu. Bu önemli bir tespittir. Solun da artık bu tespiti yapması lazım. İşte Mustafa Suphi’nin tasfiyesiyle solun almış olduğu ve halen devam eden darbe de bundan bağımsız değildir. Halen Mustafa Suphi olayının arkasında yer alan gerçek failleri ortaya çıkarılmış değildir. İşte yakınlarını kaybeden aileler bir araya geldiler. Hrant Dink duruşmasında bir araya gelen aileleri kastediyorum.
İçlerinde Sebahattin Ali’nin yakınları da var, gerçek katillerin açığa çıkarılmasını istiyorlar. Bunun Mustafa Suphilere kadar götürülmesi, bu cinayetin de aydınlatılması gerekir. İşte ben Hakikatleri Araştırma ve Adalet Komisyonu’nu bu nedenle önerdim. Bu komisyonun yapması gereken çok iş var. Bu mutlaka olacaktır ki, bu ailelerin bir araya gelmesi de bir başlangıçtır, süreç başlamıştır. Bu şekilde tüm faili meçhuller aydınlatılabilir. Komployla amaçlanan üç şey vardı. Benim teslimimle PKK’nin tasfiyesi karşılığında aynı 1920’lerden Türkiye devletini kendilerine bağladıkları gibi Güney’de kendilerine bağlı, kendi denetimlerinden ve kontrollerinden çıkmayacak bir siyasal Kürt oluşumunun önü açılacaktı. Ki bu kısmen oldu. Ayrıca Kıbrıs’ta Yunanistan’a söz verilmişti. Bir de küçük Ermeni devletine verilen sözler vardı. Türkiye’ye bunlar kabul ettirilecekti. Ama bunların hiç birisi gerçekleşmedi. Ben buradan halkımıza artık müjdeyi verebilirim. Komplonun 12. yılına girilirken komplo boşa çıkarılmıştır. Bu kesin olarak anlaşılmıştır. Bu benim buradaki sabırlı duruşum ve halkımızın ortak çabasıyla gerçekleşmiştir. Bunu artık halkımıza açıkça ifade edebiliriz; komployu boşa çıkarmayı başardık. Nasıl bunun için 11 yıl direndiysem 12. yılda da yine aynı şekilde direnmeye devam edeceğim. Bütün bu komploya ve tasfiye girişimlerine rağmen sonuçta hareket ve halkımız güçlenerek çıkmıştır.”
Öcalan’ın bir başka komplo değerlendirmesi ise, 10 Şubat 2010 tarihli görüşmede oldu:
“Komplo’nun 12. yılı vesilesiyle geçen hafta yaptığım 15 Şubat açıklamalarına şu ekleri de yapabilirim. Halkımızın gösterdiği duyarlılık nedeniyle şükranlarımı sunuyorum. Halkımızın gösterdiği direniş komployu boşa çıkarmıştır. O yüzden tekrar halkımıza şükranlarımı iletiyorum. Komployla amaçlanan benim imhamdı. Bunun gerçekleşmesi durumunda bir kaos ortamı ve kanlı bir süreç olacaktı. Ben burada zor bela komployu boşa çıkarmak için kendimi yaşatmaya çalıştım. İmralı’daki koşullara karşı 11 yıllık duruşumun esası budur. Artık şunu da rahatlıkla söyleyebilirim. Halkımızın muazzam direnişi, sahiplenmesi sonucunda Kürtlerin imha tehlikesi ve siyasi soykırım tehlikesi ortadan kalkmıştır.”
Kaynak: MA