Tecride Karşı Adalet Girişimi’nde yer alan ÖHD Eş Genel Başkanı Ekin Yeter, girişimin ne için kurulduğunu anlattı:
‘İmralı ada hapishanesi, Kürt halkı için bir hafızasızlaştırma merkezi olarak inşa edildi. Faşizan rejim tecridi, kendini idame ettirme aracı haline getiriyor. Girişim halkı bilinçlendirmeyi ve tecridi doğru zeminde tartışmayı amaçlıyor’
Selman Çiçek
Uluslararası Komplo’nun başlangıç noktası olarak 9 Ekim 1998’de Suriye’den çıkmak zorunda bırakılan PKK Lideri Abdullah Öcalan, 15 Şubat 1999’da getirildiği İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde 25 yıldır ağır tecrit koşullarında tutuluyor. İmralı’da tutulduğu süre boyunca aile, avukat ve vasisiyle sınırlı görüşme gerçekleştiren Abdullah Öcalan, 25 yıl boyunca biri kesintili olmak üzere sadece iki kez telefon görüşmesi gerçekleştirebildi. Tecrit halinin ağırlaştırılarak sürdürüldüğü İmralı’da devreye konulan mutlak iletişimsizlik hali, 42 aydır “disiplin” adı altında verilen cezalarla sürdürülüyor.
İmralı’daki tecride karşı Kürdistan ve Türkiye’deki aydın, yazar, sosyalist, insan hakları aktivistlerinin de yer aldığı bir grup, Tecride Karşı Adalet Girişimi’ni oluşturdu. Oluşum 5 Ağustos’ta bir deklarasyon ile kendini duyurarak, tecride karşı mücadele yürüteceklerini açıkladı. Oluşum, kısa bir süre içerisinde toplumun bütün kesimleri ile görüşerek Abdullah Öcalan’a uygulanan tecridi anlatacak. Girişimde yer alan Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) Eş Genel Başkanı Ekin Yeter, girişimin kuruluş amacını ve hedeflerini gazetemize anlattı.
İmralı bir kapatılma mekânı
İmralı ada hapishanesinden 42 aya aşkın bir süredir hiçbir şekilde haber alınamadığına dikkat çeken Yeter, tecrit ve izolasyonun, Abdullah Öcalan’ın Türkiye teslim edilmesi ve tutsak durumunun oluşması ile hayatımızda var olan bir kavram olduğunu söyledi. Birçok uluslararası sözleşmenin askıya alındığı bir süreç ile Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edildiğini hatırlatan Yeter, “İmralı ada hapishanesi kurulduğundan bu yana mutlak bir iletişimsizlik ağının inşa edildiği bir kapatılma mekânı olarak karşımıza çıktı. Burada aslında dönem dönem toplumsal muhalefetin geliştirilmesi ile kırılan ama gün geçtikçe kendini derinleştiren bir sistem inşa edildi. Bu noktada İmralı ada hapishanesi elbette ki, Kürt halkının tarihinden bu yana maruz kaldığı hak ihlallerinden, baskılardan ve sindirme politikalarından bağımsız bir kapatılma mekânı olarak el alınmamalıdır. Bir bütünen bu mekân Kürt halkı için bir hafızasızlaştırma merkezi olarak inşa edildi. Buna da birçok hukuk kuralı da alet edildi. Hukuk, aslında doğası itibarı ile toplumsal ahlaktan kopuk ve devletli uygarlık sistemini korumak ve sürekliliğini sağlamak için oluşturulmuştur. Bugün geldiğimiz noktada eleştirdiğimiz hukuk kuralları dahi uygulanmıyor” dedi.
Tecridi tartışmak ve anlatmak
Tecridin diğer hapishanelere ve topluma da yayıldığını söyleyen Yeter, “Diğer hapishanelere ve bütün topluma etkisini yayan, derinleşen bir etki haline geldi. Bizler hak savunucuları olarak, sadece hukukçular değil, kendini insan hakları savunucusu, hatta insan hakları savunucusunu aşan bir noktada demokratik ekolojik kadın özgürlükçü paradigma çerçevesinde bir bütünen hak savunuculuğu yapan bireyler olarak hem Sayın Öcalan’ın bireysel haklarını hem de Kürt halkının toplumsal kolektif haklarını Türkiye ve Kürdistan kamuoyunu içerisine alan bir şekilde tartışma ve gündeme getirme ihtiyacı duyduk. Bu sebeple böyle bir girişim oluşturduk” diye konuştu. Girişimin toplumu bilinçlendirmeyi amaçladığını belirten Yeter, “Halkı bilinçlendirmeyi amaçlıyoruz. Bir bütünen siyasal iktidarın yarattığı koşullar, toplumsal ahlaktan kopuk, yasa kurallarının bile uygulanmadığı noktaya gelmişse, tecrit ve bu uygulamalar arasındaki bağlantının kurularak doğru zeminde, doğru mücadele yöntemleriyle tartışılması gerekiyor” şeklinde konuştu.
Umut hakkı
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Abdullah Öcalan için verdiği “umut hakkı” kararının ne anlama geldiğini değerlendiren Yeter, “umut hakkı”nın, bir bireyin, bir mahpusun hapishanede çıkabilme umudunu ifade ettiğini söyledi. Yeter, bu hakkın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile garanti altına alındığını, bu hakkın tesis edilmesi için birçok çabanın söz konusu olduğunu vurgulayan Yeter, “Öcalan’ın yargılanması sonucu verilen idam cezasının müebbete, müebbetin ise ağırlaştırılmış müebbette dönüştürüldüğü bir infaz süreci gerçekleşti. Ağırlaştırılmış infaz rejimi aslında TCK sisteminde ölünceye kadar hapishanede bulunmayı barındıran bir ceza infaz sistemi olarak karşımıza çıkıyor. Birçok Avrupa ülkesi aslında taraf oldukları uluslararası sözleşmeler gereğince bu ceza infaz sistemini yavaş yavaş terk etmeye başladı. En fazla 20 veya 25 yıl hapishanede kalabilir şeklinde düzenledi. Türkiye’nin hukuk sistemine baktığımızda bu durum halen aynı infaz koşulları ile sürdürülüyor. Bu nokta da Sayın Öcalan’ın müdafileri, avukatları tarafından bir AİHM başvurusu gerçekleştirildi. Hem Sayın Öcalan’ın hem de İmralı ada hapishanesi koşullarındaki tecrit durumuna ilişkin başvuru yapıldı. Aynı zamanda ‘umut hakkı’nın ihlal edilmesi gerekçesi ile başvurular gerçekleştirildi. Uzun bir süre bu dosya AİHM’de bekledi. Yaklaşık 10 sene sonra AİHM bu dosyada bir karar verdi. 2014 yılındaki kararı ile bütün ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alan mahpuslar için emsal bir karar çıktı. Bu karar ile Sayın Öcalan’ın tecrit koşulları ile ilgili değerlendirmeler de yapıldı. Bu koşullarda tutulmasının işkence ve kötü muamele yasağını ihlal eden uygulamalar olduğuna yönelik değerlendirmeler yapıldı. Hem de ağırlaştırılmış müebbet infaz rejimi uygulamasının ‘umut hakkı’nı ihlal eden bir düzenleme olduğuna ilişkin bir değerlendirme yaptı” diye belirtti.
AİHM kararları uygulanmadı
Yeter, Kavala, Demirtaş gibi bazı ihlal kararlarının uygulanmadığı için Türkiye’de konuşulduğunu ancak Abdullah Öcalan lehine verilen AİHM kararlarının uzun bir süredir uygulanmadığını ve bu konunun tartışılmadığını kaydetti. Yeter kararı şu sözlerle değerlendirdi:
“AİHM kararlarının uygulanmaması konusunda geriye baktığımızda ilk, Öcalan hakkında verilen kararların uygulanmadığını görüyoruz. Elbette ki; bu kararların uygulanmamasını denetleyen bir takım uluslararası mekanizmalar var. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, AİHM kararlarının uygulanıp uygulanmadığını denetleyen bir mekanizmadır. Biz de dönem dönem bu mekanizmaya bazı bildirimlerde bulunuyoruz. 2021 yılında bir bildirimde bulunmuştuk. Bu bildirimi çok sayıda hak ve insan hakları kurum ve savunucuları ile yaptık. Bu başvuru sonucumuzda bir denetim süreci başladı. Bu denetim sürecinde Türkiye’den cevaplar istendi. Türkiye bu cevaplarında durumu kabul etmeyen, hiçbir şekilde umut hakkını ihlal ettiğini kabul etmeyen bir durum içerisinde oldu. Aynı zamanda bu hakkın tanınacağına dair bir vaatte bulunmadı. Bu denetimin bir yıl daha süreceği kararı alındı. Bizler bu denetim sürecinin takipçisi olmaya devam edeceğiz. ‘Umut hakkı’nın teslim edilmesi için mücadelemizi sürdüreceğiz.”
Tecrit bir rejim oldu
Ceza Tevkif Evleri’nin Abdullah Öcalan ile görüşmede herhangi bir engel bulunmadığı yönündeki açıklamasını da değerlendiren Yeter, “42 aydır mutlak bir süreçten bahsediyoruz. Ancak bundan önce de uygulanan bir tecrit süreci vardı. Ada hapishanesinin kurulduğu günden bugüne bir tecrit süreci devam ediyor. Türkiye devleti bütün kurumları ile her alanda tecrit hali yokmuş gibi davranıyor. Uluslararası mekanizmalara verilen yanıtlarda da bu durum ortaya çıkıyor. Ceza yargılamalarında sözde tecrit kavramını kullanmaktadır. Ancak bunları gerekçelendirdikleri tek şey disiplin hukuku gerekçeleridir. Disiplin hukukunda da aile ve avukat görüşünün kısıtlandığına yönelik infaz hâkimliği kararlarının olduğundan bahsediliyor. Hiçbir hukukçu, 42 ay bir müvekkilinin aile ve avukat kısıtlığı durumunu hiçbir şekilde anlayamaz. Bunun hiçbir hukuki düzenlemede yeri yok. İnfaz yasası, anayasa ve uluslararası sözleşmelerde cezaevlerinin bir kişi üzerinde zaten psikolojik etkileri olduğunu söyler. Bunu aşan bir uygulama geliştirmenin işkence ve kötü muamele yasağını ihlal ettiğini söylüyor. Bu noktadan baktığımızda disiplin cezaları kararlarının sistematik bir şekilde uygulandığı, gerekçesinin ise kamuoyu ve avukatları ile paylaşılmadığını görüyoruz. Avukatlara tebligat yapılmadı ve itiraz süreçleri işletilmiyor. Disiplin hukukunun derinleştirilmesi tamamen işkencenin derinleştirilmesinin bir aracı olarak karşımıza çıkıyor. Faşizan rejim tecridi, kendini idame ettirme aracı haline getiriyor” dedi.