‘Eğer oy kullanmak bir şeyleri değiştirseydi, çok önceden yasaklanırdı.’
Michel Gérard Joseph Coluche
Milli İrade, Türk Dil Kurumu (TDK) Sözlüğünde: “Milletçe kullanılan ve hiçbir gücün etkileyemeyeceği kuvvet; ulusal irade”; Viki Sözlük’te de: “Ulusun herhangi bir baskıya maruz kalmadan düşüncesini ortaya koyması” olarak ifade ediliyor… Halkın kaderinin kendi elinde olması, sosyal sürecin rotasını ve mahiyetini belirlemesi demeye geliyor. O halde hangi durumda halkın iradesi-istenci gerçekleşebilir? Ya halk (toplum) yaşamıyla ilgili kararları bizzat kendisi alır ve uygular ki, ona doğrudan demokrasi deniyor, ya da temsilciler aracılığıyla amaç hasıl olabilir ki, ona da temsilî demokrasi deniyor…
Eski Rejimler’in (Ancién Régimes), kadim krallıkların, imparatorlukların tarih sahnesinden çekildiği, burjuvazinin (kapitalist sınıf) sahneye çıktığı dönemin başlarında, bundan sonra kim nasıl yönetilecek sorusu gündeme geldi. İşçiler-köylüler cahil yönetemez, kadınlar da cahil ve duygusal, kolayla etkilenebilir- kandırılabilir, dolayısıyla yönetemez dediler… Geriye eğitimli ve parası olan burjuvalar kalıyordu… Nasıl yönetilecek, yönetim şekli nasıl olacak sorusunun cevabı da, seçilmiş temsilcilerle… olacaktı… Fakat başlarda işçilerin-köylülerin, kadınların, emekçi sınıfların, oy hakkı, seçme ve seçilme hakkı yoktu… İşçi sınıfı oy kullanma, seçme-seçilme hakkını zorlu mücadeleler sonucunda kazanabildi… Lâkin şeylerin seyrinde kayda değer bir değişiklik de olmadı… 4-5 yıllık aralarla yapılan seçimlerde, seçilenlerin değişmesi, emekçi sınıfların durumunda beklenen sonucu doğurmadı. Aslında seçilenlerden önce sistemin değişmesi gerekiyordu… Seçimler kitleleri aldatmanın, oyalamanın, sömürü düzenini meşrulaştırıp-dayatmanın aracı olmaya devam etti… Esasen siyaset profesyonel politikacıların işi olmaya devam ettikçe, başka türlü olması mümkün değildi…
Türkiye’de 1923-1945-50 döneminde tek adam, tek parti diktatörlüğü geçerliydi. 1946’da Cemiyetler Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle siyasi parti, sendika, dernek kurmanın önü açıldı…Lâkin işçi partisi, sosyalist-komünist parti, halkın öz partisi kurulamazdı, kurulursa da kapatılırdı ve kapatıldı… Sendikaların kurulmasına izin verildi ama grev ve toplu sözleşme hakları yoktu… İçi boş kabuktular… İktidar partisi olan CHP’nin içinden bir muvazaa partisi olan Demokrat Parti çıkarıldı ve 1950 genel seçimlerinde iktidar oldu… O günden sonra, askerî darbe dönemleri dışında hep seçimle gelen siyasi partiler “iktidardı”… Askerî darbeler siyaseti dizayn ediyor, rotayı belirliyor, iktidarı siyasi partilere bırakıyordu… Siyasi partilere “kutsal devletin” çizdiği sınırlar dahilinde hareket serbestisi tanınıyordu…Hiçbir zaman seçilenler seçenleri temsil etmedi… Seçimler kitleleri aldatma-oyalama işlevi görmeye devam etti… Esasen siyaset kaşarlanmış profesyonel burjuva politikacılarının işi olmaya devam ettikçe, başka türlü olması mümkün değildi…
Daha önce de defaaten yazdığım gibi, Türkiye’de siyaset, bütçeyi, hazineyi ve müşterekleri (herkesin olanı-olması gerekeni) mülk sahibi sınıflara (kapitalistlere) yağmalattırmanın, talan ettirmenin aracıdır… Tabii yağmalatanlar (profesyonel burjuva politikacıları) da yağma ve talandan paylarına düşeni almak kaydıyla… Bir ülkenin sınır kapılarına, resmî binaların ön cephesine, dağa-taşa cumhuriyet yazmakla orası cumhuriyet olmadığı gibi, siyasi partiler, seçimler var diye de demokrasi olmuyor… 70-80 yıldır kullanılan oyun reel bir karşılığı yoktu? Aradan onca zaman geçti ve zenginliğin yegâne yaratıcısı olan işçi sınıfı ve bir bütün olarak emekçi halk kitleleri açlıkla-yoksullukla- sefaletle devlet terörüyle yüzleşiyor? Doğal çevre tahribatı da insan havsalasını zorlayacak boyutlara çıktı… Yaşamın temeli hızla aşındırılıyor, toplumun geleceği karartılıyor?
600 milletvekilinin olduğu TBMM’de kaç maden işçisi, fabrika işçisi, inşaat işcisi, temizlik işçisi, kaç küçük çiftçi, küçük esnaf, kaç kadın, kaç genç var? Siyaset, münhasıran kaşarlanmış burjuva politikacılarının işi olmaya devam ettikçe, temsilin reel bir karşılığı olamaz, ‘milli iradenin’ tecellisi de mümkün değildir? TBMM’de işçi yok ama işçiyi sömüren, doğayı yağmayan-talan eden, şimdilerde ‘kibarca’ iş insanı denilen kapitalist çok…
Siyasî partiler “demokrasinin” değil, sömürünün, yağma ve talanın, emekçi kitleleri aldatmanın/oyalamanın, halk düşmanı rejimi meşrulaştırmanın araçları…Geride kalan dönemde gerçekten halkı temsil edecek siyasî partilere ya izin verilmedi ya da kurulabilenler etkisizleştirildi…
Siyasetin bir anlamı olabilmesi, siyaset alanını burjuva politikacılarının etkinlik alanı olmaktan çıkarmayı varsayar… Siyaset herkesin “şeyi’ “işi” olmadıkça, şeylerin seyrini değiştirmek mümkün değildir…
Fakat demokrasi zaafı ve halk iradesinin gerçekleşmesini zorlaştıran sadece burjuva partileri ve politikacılar değil… Teşkilat-ı mahsusa’nın devamı olan, benim asıl devlet partisi dediğim, başkalarının derin devlet dedikleri odak da kritik saydığı durumlarda sürece müdahale ederek, siyaseti dizayn ediyor…
Halk iradesi demokrasiyi varsayar. Demokrasi de politikanın ne olması ve nasıl yapılması gerektiği sorusundan bağımsız değildir. Eğer toplumun yapısı, kurumları, örgütlenme tarzı ve işleyişi sorgulanabiliyorsa, sorgulamaya açıksa, insanlar yaşadıkları topluma dair her temel sorunu tartışabiliyor, tartışmalara müdahil olabiliyorsa, politik ve sosyal kurumların yapısı ve işleyişi de dahil olmak üzere, yasalar ve yönetmelikler değiştirilebiliyorsa, toplumu oluşturan yurttaşlar toplumsal-politik sürece gerekli olduğu her zaman ve her durumda müdahale edebiliyorsa [itiraz, eleştiri, tartışma öneri, karar sürecine katılma], başka türlü söylersek toplum kendi hakkında düşünebilir ve gereğini yapabilir durumdaysa, orada politikanın ve politika yapmanın bir anlamı ve değeri, velhasıl bir kıymet-i harbiyesi var demektir…
Demokrasiden söz edebilmenin ikinci koşulu da politika yapmanın herkesin işi, şeyi olmasını varsayar… Buna politikanın sosyalleşmesi de diyebiliriz…Velhasıl, demokrasi insanlar arasında politik-ekonomik-sosyal eşitliği varsayar ve bunlar arasındaki karşılıklı belirleyicilik ve tamamlayıcılık ilişkisi hayatî öneme sahiptir… İşte bu yüzden de demokrasi ve kapitalizm yan yana getirilmesi uygun olmayan iki kavramdır. Zira kapitalizm böler, kutuplaştırır ve dışlar. Burjuva toplumunda ekonomik alanla politik alan birbirinden ayrılmış, ekonomik alanın yönetimi mülk sahibi sınıflara bırakılmış durumdadır. Böyle bir ayrımın geçerli olduğu toplumda, politik alanda oynanan ‘demokrasi oyununun’ (seçimler, vb.) bir sirk oyunu olmanın ötesine geçmesi mümkün değildir… Oysa, demokrasi her türlü hiyerarşiyi ve ayrımcılığı reddeder… Bu yüzden halk egemenliği, “bir insan = bir oy ilkesi”, insanlığın büyük bir kazanımıdır…