Avrupa’da trajedi yaşayan Yahudiler, yarım asırdan fazla sürecek olan Filistin trajedisinin baş yaratıcısı olacaklardı. Arapların yaşadığı yenilgi ise Constatine Zurayq’ın Felaketin Anlamı isimli meşhur kitabında işaret ettiği haliyle ‘felaket’ yani ‘nekbe’ olarak tanımlanacaktı
A. Menaf Can
Eğer İsrail bizi şiirde yenerse o zaman sonumuz olur.
(Mahmut Derviş)
Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarcadır.
(Adorno)
Tarihler 1919’u gösterdiğinde Almanya’da demokratik yollarla seçilmiş ilk hükümet başkanı olan Philipp Scheidemann, Weimar Ulusal Meclisi’nde; “Kendisini ve bizi bu şekilde zincire vuran hangi el buruşmaz ki?” diyerek Versailles Anlaşması’nın ağır yükümlülükleri karşısında ülkesinin düştüğü müşkül durumdan duyduğu rahatsızlığı ifade ederek istifa etmişti. Cihan harbinin kabullenilmeyen sonuçlarının Almanya’daki dışavurumu olan Scheidemann’ın bu tutumu, Erhardt Tugayı’nın muvazzaf subayları tarafından gerçekleştirilen 1920’deki Kapp Darbesi’nin habercisi olacaktı. Darbe her ne kadar başarısız olsa da Alman siyasetinde militarist hareketlerin baş göstermesinin önemli bir bulgusu olacaktı. Zaten Versailles’in hükümleri uyarınca terhis edilmiş pek çok asker bulunuyordu. Bu askerler daha sonra adı Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi (Nazi) olarak değiştirilen Alman İşçi Partisi’nin motor gücü olacaktı. Partinin siyasal komitesine katılan Adolf Hitler ise daha sonra tarih sahnesinde önemli bir figür olarak yer alacak, 1923 yılında bulunulan başarısız darbe girişiminde yer alacak ve tutuklanacaktı. NSDAP kendisini karşıtlık ilkesi üzerinden örgütlüyordu; ordu, bürokrasi, orta sınıf ve işverenlerin nabzını kadroları aracılığıyla iyi bir şekilde ölçüyor, kısaca toplumun çoğunluğunu takdire şayan bir şekilde okuyabiliyordu. Dünya savaşının olağan sonuçlarından ve yaşanan büyük krizden duyulan rahatsızlıktan nemalanmak NSDAP’ın yöneticileri için kaçınılmaz olacaktı. Nazi Partisi siyasetin eski ve etkili kuralını uygulayacak ve propaganda hattını bu doğrultuda örecekti. Toplum içerisinde mevcut durumdan duyulan rahatsızlığı analiz edecek, duyulan bu rahatsızlığı örgütleyip perçinleyecek, kendisini çözüm gücü, bir kurtarıcı olarak sunacak ve toplumsal huzursuzluğu kendi pragmatik tutumuyla kesişen bir noktaya kanalize edecekti. Böylelikle bir tasavvur hayata geçirilecekti. Siyasal larva süreci olarak tanımlanabilecek bu durum Hitler Almanya’sında açık bir şekilde görülmüştü. Esasında Türkiye’de cumhuriyetin kurulmasının öncesinde ve akabinde hatırı sayılır bir ölçekte Kürt katledilmiş, analojik olarak Alman aryanizmini andıran bir şekilde askeri tutumlar, yasalar, dil ve tarih politikaları belirlenmişti. Kürtlerin Auschwitz’i Koçgiri, Zilan ve Dersim topraklarında görülüyordu. Hitler Almanya’sında Türkiye’den farklı olarak Yahudi burjuvazisi Kürtlere göre çok daha fazla gelişkindi ve sermaye gücüne ve diplomatik faaliyetlere bağlı olarak Kürt kırımı dünya kamuoyunda Yahudiler kadar yer edinmiyordu.
Führer’in Yahudi düşmanlığının alt metninde ne yer alıyordu? Din düşmanlığı ile açıklanabilir miydi? Almanya’da en beğenilen sanat eserlerinin Yahudilere ait olması sanat geçmişi olan Hitler’in kendi yetersizliğini Almanlara mal etmesine neden olacak ve Alman sanatının Yahudilerinkine nazaran daha geride kalması onda öfke uyandıracaktı. Hitler “Kavgam”da açık bir şekilde din yüzünden Yahudilerin hedef alınmasına antipati ile yaklaştığını ifade etmişti. Çalışkanlıkları ve zanaattaki ustalıklarıyla tanınan, üstelik kriz ortamında dahi sermayeyi elinde bulunduran bu topraksız halk karşısında Hitler, en az klasik Yahudilik kadar genetik faktörlere bağlı olacak Ari ırkının üstünlüğünü benimsemeyecekti. Esasında parçalanan imparatorluklar ve yıkılan hanedanlıklar, ulus devletlere paralel olarak pek çok ideolojinin yeşermesine neden olacaktı. Hitler ise Nazi ideolojisinin gelişiminde büyük bir rolü olan Ostara dergisinin kurucusu, gazeteci Adolf Josef Lanz’dan etkilenecekti. (Herzl, el- Kevakibi, Lanz gibi gazetecileri düşündüğümüzde dünyayı mahvetmek için bazen birkaç gazetecinin yeterli olabileceğini söylemek çok da abartı olmayacaktır.) Dünyada yaşanan küresel ekonomik krizin sonuçları Orta Avrupa’da bir yandan sermaye ve güç-denge savaşlarını kızıştıracak, halk tabanında ise milliyetçilik olarak karşılığını bulacaktı. NSDAP’ın kadrolarının tahlil ettiği zemin ise böylelikle karşılığını alacaktı. Nazi kadrolarının mevcut koşulları değerlendirerek ortaya koydukları program, meyvelerini 1930’da gerçekleşen seçimde parlamentoda 107 sandalye olarak toplayacaktı. Weimar’ın Alman sorununa bir çözüm olmadığı ise böylelikle anlaşılacaktı. 1933’te ise Hitler artık şansölye olacaktı.
Büyük Britanya ve Fransa, Avrupa’da büyüyen tehdidin farkındaydı, Almanya güçleniyor, Sovyetler Birliği ile var olan ideolojik farklılıklar endişe uyandırıyor, gücünü fazla önemsedikleri İtalya ile ilişkileri Etiyopya’nın işgal edilmesinden ötürü kötüye gidiyordu. Ekonomileri tarıma dayalı olan Doğu ve Güneydoğu Avrupa ise krizle boğuşuyordu. ABD ise Wilson’dan bu yana pragmatik izolasyon siyasetini benimsiyordu. İspanya’da ise iç savaş vardı. Böyle bir atmosferde Almanlar Polonya’yı işgal etti. Dünya savaşının fitili böylelikle ateşlenmiş oldu ve daha sonra bunları Belçika, Hollanda ve Fransa’nın işgali izledi. Nazi Almanya’sında ve Avrupa’da Yahudilere yapılan baskı zirveye ulaşmıştı. Avrupa’da 6 milyon dolaylarında Yahudi Auschwitz-Birkenau gibi kamplarda sistematik bir şekilde kırımdan geçirilecek ve bu süreç daha sonra Holocaust olarak ifade edilecekti. Filistin’de ise manda yönetimi göçmen sınırlaması uygulamasını kararlaştırıldığı üzere sürdürüyordu. Yahudiler her ne kadar büyük bir kırımla karşı karşıya kalsa da yürüttüğü diplomatik faaliyetlerde Ben Gurion’un işaret ettiği gibi soğukkanlılıklarını ve rasyonelliklerini korumuşlardı. Almanlarla savaşmak üzere İngiliz kuvvetlerine binlerce Yahudi katılmış, İtalya’da bu ordunun bir parçası olan Yahudi Tugayı kurulmuştu. Yahudi askerler burada İngilizler sayesinde modern savaş tecrübesi edinecekti ki bu tecrübe daha sonraları İngilizleri hedef alacaktı. Lakin Filistinlilere 10 yıl içinde bağımsızlık verileceğini deklare eden ve göçü sınırlandıran Beyaz Kağıt ile mücadele edebilmek için Siyonistler, İngiltere’nin krizin göbeğindeki bu tutumuna karşın yeni büyük bir müttefik arayışına girişecekti. Bu doğrultuda 1942’de Amerikan, Avrupalı ve Filistinli Yahudiler New York Biltmore Otel’de bir toplantı gerçekleştirdi. David Ben Gurion’un öncülüğünde gerçekleştirilen bu toplantıda bir program hazırlandı. Programa göre Filistin’de bir Yahudi devleti kurulacak ve göç sınırlandırılmayacaktı. Savaş süresince yıpranan İngiltere yerine ABD gibi güçlü bir müttefik, Yahudiler için daha işlevsel olacaktı. Dönemin ABD Ortadoğu Özel Temsilcisi General Patrick J. Hurley, 3 Mayıs 1943 tarihli raporunda dönemin başkanı F.D. Roosevelt’e bağımsız bir Yahudi devleti istediklerini, Filistin Araplarını Irak’a sürmeyi tasarladıklarını ve Ortadoğu’daki ekonomik planda Yahudi önderliğini düşündüklerini belirtmişti. Yahudiler yaklaşık 50 yıl Avrupalılara Ortadoğu’da komiserlik yapmalarının onların da çıkarına olacağını anlatmaya çalışmıştı. Bu çabalar karşılığını gelecekte ABD’de daha güçlü bir şekilde bulacaktı. Biltmore toplantısının ertesinde ABD artık uluslararası Siyonist faaliyetlerin merkezi olacaktı. 1945’te başkanlığa seçilen Truman 1948’deki seçime kadar bu programı savunacaktı. Gittikçe güçlenen ABD’nin başkanının, bir Yahudi devleti kurulmasını savunması oldukça önem teşkil edecekti. Ben Gurion savaş sonlanana kadar İngilizlerle karşı karşıya gelme taraftarı değildi, ancak Filistin’deki Haganah’a bağlı Irgun gibi militarist güçler Arap sivillere ve İngilizlere yönelik misilleme eylemleri gerçekleştiriyordu. Irgun’un başında daha sonraları Nobel Barış Ödülü alacak ve İsrail’e başbakanlık yapacak olan Menahem Begin bulunuyordu. Haganah, 1940 yılında Hayfa Limanı’na yanaşan ve içinde Yahudilerin bulunduğu Patria isimli geminin patlatılmasında adı geçen bir örgüttü ve amaç dünya kamuoyunda istenen etkiyi yaratmaktı ki bu konuda başarılı olundu. Lehi isimli diğer bir militan oluşum ise İngiliz Ortadoğu Bakanı Lord Moyne’un öldürülmesi gibi bir dizi eylem gerçekleştirmişti. Haganah birimleri İngiliz iletişim ağlarına sabotaj eylemleri düzenlemeye başlamıştı. ABD’deki kamuoyu baskısı ve bu gelişmelerle birlikte İngiltere Dışişleri Bakanı Ernest Bevin, 1947’de İngiltere’nin mandadaki kontrolü kaybettiğini anlayarak konuyu Birleşmiş Milletler’e (BM) taşıdı. Pek çok Arap ülkesi, BM Genel Sekreteri’nden mandanın sona erdirilmesini ve bağımsızlığın ilanını talep etti. Arapların bu önerisi 21 aleyhte, 20 lehte ve 13 çekimser oyla reddedildi. Genel Kurul, on bir ülke temsilcisinden oluşan Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi’ni (UNSCOP) kurdu ve komite, Filistin’deki durumu raporlaştırmak üzere görevlendirildi. Komite üyelerinin çoğunluğu mandanın sona erdirilmesini ve Filistin’de Yahudi ve Arap olmak üzere iki devletli çözümü önerdi. Kudüs’ün ise uluslararası bölge olarak kalması salık verildi. Yahudi liderler raporu kabul ederken Arap liderler bu öneriyi reddetti. ABD, raporun lehte onaylanması için çok ciddi bir diplomasi trafiği başlattı. Truman ve kongrede etkili Yahudi lobisi UNSCOP’un önerisine kabul oyu vermeyen ülkelere sunulan ekonomik yardım paketlerinin kesileceği tehdidinde bulundu. Sık sık propagandası yapılan temsili demokrasinin o kadar da mühimsenecek bir şey olmadığı da böylelikle anlaşıldı. 29 Kasım 1947’de yapılan oylamada lehte 30, aleyhte 13 oy vardı. Bu Yahudiler için diplomatik bir zaferdi. İngiltere, BM’in bu planını uygulamayı reddetmişti. Yahudi devletinin kurulması onaylandığında kendilerine düşen topraklarda belli başlı Arap merkezleri artık Yahudilerin kontrolüne geçmişti. Her ne kadar Arap direnişleri baş gösterse de Haganah güçleri kadar örgütlü ve disiplinli değillerdi. 400 bin Filistinli daha o dönemden göç ile yüz yüze kalmıştı. Irgun’un Deyr-e Yasin’de gerçekleştirdiği katliamda 250 sivil yaşamını yitirmişti. Menahem Begin, daha sonraları ‘Deyr-e Yasin’deki zafer olmadan İsrail devletinin kurulamayacağını’ söyleyecekti. Arap direnişçileri misilleme olarak Kudüs’te bir Yahudi sağlık konvoyunu pusuya düşürerek doktorları katletmişti. İngiliz Yüksek Komiseri böyle bir atmosferde sessiz sedasız bir şekilde Filistin’den ayrıldı. Hemen akabinde David Ben-Gurion, 15 Mayıs 1948’de, on yıllar önce “Eğer şimdi bunu yüksek sesle ifade edersem kuşkusuz herkes gülecektir. Ama belki 5 yıl, ama kesin olarak 50 yıl içinde tüm dünya onu tanıyacaktır” diyen ve haklı çıkan Theodor Herzl’in portresinin önünde İsrail devletinin bağımsızlığını ilan etti. Bağımsızlığın ilanı Birinci Arap-İsrail savaşının fitilini ateşleyecekti. Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün ve Irak ordu birlikleri İsrail’e savaş açarak bölgesel bir savaş başlatacak, 6 ay sonra Araplar yenilgi alacak ve BM’nin işaret ettiği Filistin Arap devleti kurulması önerisi de böylelikle gerçekleşmeyecekti. Esasında İsrail’e savaş ilan eden Arap devletlerinin her biri kendi çıkarı için savaşa dahil olmuştu, 1948 Haziran’ındaki BM ateşkesine kadar Arap saldırıları Kudüs dışında geri püskürtülmüştü. Yeni kurulan İsrail devleti bu başarısını Ben-Gurion komutasında yürüttükleri varlık-yokluk savaşına borçluydu. Holocaust’ta milyonlarca Yahudi yaşamını yitirmişti, Batılı güçlerle kurulan ittifakların pragmatist olduğunu acı bir şekilde öğrenmişlerdi. Tutunacakları tek dal, sığınacakları tek yer yarım asırdan fazladır kurmaya çalıştıkları bu Yahudi devletiydi ya da propaganda ve ajitasyon faaliyetlerini bu doğrultuda örmüşlerdi. Bu yüzden ölüm-kalım mücadelesi yürüterek olağanüstü savaş başarısı sergilediler. Sadece Kral Abdullah’ın Arap Lejyonu Birinci Arap-İsrail Savaşı’nda Doğu Kudüs’ü almayı başarmıştı. Bir sonraki savaşta daha fazla güçlenen Haganah burayı da geri alacaktı. Yapılan ateşkes anlaşmalarına göre ayrıca Gazze Şeridi, Mısır’a; Batı Şeria, Ürdün’e bırakılacaktı. Bu olaylar silsilesini 700 binden fazla Filistinli Arap’ın mülteci durumuna düşmesi izleyecekti. Haganah, BM’nin kararını referans alarak güvenlik politikaları yürüttüğü gerekçesiyle D planı olarak bilinen bir programı hayata geçirecek, tehdit olarak gördükleri köylerdeki Filistinli Arapların sistematize edilmiş bir şekilde yerlerinden edinmesine neden olacak politikaları yürürlüğe koyacaktı. Avrupa artık Yahudi göçmenler yerine Ortadoğu göçmenleriyle baş etmek zorunda kalacaktı. 1949’da son ateşkes anlaşması imzalandığında İsrail kesin zaferi elde etmişti. Avrupa’da trajedi yaşayan Yahudiler, yarım asırdan fazla sürecek olan Filistin trajedisinin baş yaratıcısı olacaklardı. Arapların yaşadığı yenilgi ise Constatine Zurayq’ın Felaketin Anlamı isimli meşhur kitabında işaret ettiği haliyle “felaket” yani “nekbe” olarak tanımlanacaktı.