Oyalanmak serbest bir vaka. Olaylar, olanlar peş peşe gelir ve gider. Kimler kaldı, kimler gitti, kimlerdi, necilerdi, ne severlerdi, neyi isterlerdi gibi şeyler tali bir kulvara sürüklendi. Yaşamak böyleydi ve bölünüyordu. Belki de hiç anlatılmaz, anlatacak kimse kalmaz, anlayacak kimse de kalmaz. Kimseler zaten arada sırada yok olurdu, olabilirdi.
Talan edilmiş yıllar, viran edilmiş mekânlar insana durmadan sorular sorar. Herkes kendi yastığında bir sorguda, bir iç çekişte. Neden ve nereye diye başlar, sonra ancak rüyalarda görülmeyen bir yerlerde bir huzur, bir saadet kendini gördürür. Uyumak mı, uyanmak mı bilinmez.
Geçmiş bir sorular yumağı, gelecek bir cevaplar nişangâhı. İnsan her defasında bir şeye sarılıp savrulur, beklemediği anda da yüküyle vurulur. Düşmek insana mahsus, mahal sınır tanımaz. Bir ve başkası aynı yolda yürürken, birbirine bakar durur. İnsan yola âşinadır, kendi kadar eski bir sezgidir.
Kımıldamıyor bazı acılar. Bazı şeylerin değişmesi mi değişmemesi mi ne kadar üzer ve ne kadar sürer? Yeni yerler arıyor hüzünler, yeni isimler, yeni coğrafyalar. Aşklardan, ayrılıklardan, aynılıklardan uzağa, hep daha başka bir kenara, bir başka kıyıya. Oysa varmak mevsimi, yıllardır aranıyor.
Gitmek birinden, birilerinden, kentlerden, kasabalardan. Kalmak birinde, birilerinde, bir şehirde, bir sokakta ve aynı evde. Kıyas kabul etmez bir kehanet; insanın evi yoktur. İnkâr edilmez bir gerçek: gitmek yoktur. İspat edilemez bir ceza: dönmek yalan. İmha edilemeyen bir suç: kalmak beladır.
Uçurumlar ve aynalar birbirine benziyor. Ruhuyla konuşan var, dünyayla konuşan var, rüzgârla konuşan var. Yaşamak sancısı yankı bekliyor, yanıt istiyor ve yangını görmek istiyor. Hava, su, toprak; coğrafya, tarih ve felsefe. Sonra yıkım, kıyım ve kıyamet parantezi. Dünya bir cümlede başlar, bir kelimede kendini bir yerlerden atar.
Tavizler, sessizlikler, nobranlıklar, dobralıklar, telaşlar birbirini dikizliyor. Herkes bir başkasına gardiyan, bazı zamanlar ziyan. Vebalar, furyalar, fiyaskolar, uğursuz tesadüfler, üzgün saatler, geceler ve karabasanlar. Tenha bir hasar, ıssız bir yara, gelip bulur zamansız. Kalmak o zaman başlar, bir yere gitmez.
Haritalara pay edilen zulümler, parça parça edilen coğrafyalar, sınırlar ve sınıflar. Tesadüf olamayacak kadar üst üste ve birden katliamlar, cinayetler, sürgünler, yağmalar. Nicesi bir sürü kisve ile yer buldu, tuttu, alkışlandı ve itirazlar art arda geldi. Zaten tek bir çizgide iki çizginin sonsuzluğu, delip geçiyor hayatlarımızın içinden.
Yeniden nükseden hasarlar, cepten cebe, kentten kente ve insandan insana, her yere sızıyor ve sızlatıyor bir çatlak gibi. Acılar ve kahırlar damlıyor, birikiyor ve bir başka yere teşebbüs ediyor. Susmadan ve durmadan beliriyor, belirtiyor ve bir anda belirsizleştiriyor. Geldiğimiz yer, yaşamak istediğimiz yer olmaktan çıktı. Bakmak dünyası, bakıp dalmak dünyası ve sonrası göçler, gözkapaklarıyla bazen.
Neşeli isyanlara teşne ruhumuza bahaneler savuruyor, yaralar açıyoruz. Ertelenen devrimlerin içinde yaşamak çok zor. Yeter ki huylarımız evcilleşmesin ve asimile olmasın. Bu dünyaya geldik, başka bir dünyayı yaşamak da mümkün. Bütün mümkünleri istiyoruz, kıyıdakini, köşelerdekini, diptekini. Hepsini istiyoruz, hepsi bizimle ve bizim için.
Haftanın kitap önerisi: Ngugi Wa Thiong’o, Bir Buğday Tanesi / Çeviren: Gül Korkmaz, Ayrıntı Yayınları