Türkiye’de Kürtçe’nin kamusal ve hukuki alanlardaki statüsü üzerine süregelen tartışmalar, devletin ulusal kimlik ve dil politikalarının karmaşıklığını yansıtmaktadır
Arslan Özdemir
“Kürtçe, Türkiye’de ulus-devletin dil politikalarına rağmen halkının kimlik ve kültür mücadelesinin sesi olmaya devam ediyor.”
Türkiye’nin çok kültürlü yapısında Kürtçe dilinin kamusal ve eğitim alanında tanınması, bir yandan devletin demokratikleşme süreçlerine atıf yaparken, diğer yandan devletin tarihsel olarak benimsediği ulus-devlet kimlik ve dil politikalarının çelişkilerini gözler önüne seriyor. Kürtçe’nin devlet televizyonlarında yayınlanması, üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin kurulması ve devlet okullarında Kürtçe’nin seçmeli ders olarak sunulması gibi adımlar, bu dilin belirli bir düzeyde tanındığını göstermektedir. Ancak hukuki süreçlerde Kürtçe’nin kullanımının yasaklanması veya kısıtlanması, Türkiye’de dil politikalarının altında yatan derin ve karmaşık dinamiklere işaret eder. Özellikle bir avukatın Kürtçe yemin etmesinin tartışmalı hale gelmesi, bu çelişkilerin günümüzde dahi devam ettiğini gösteren önemli bir olgudur.
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun çok dilli ve çok etnik yapısından miras aldığı toplumsal çeşitliliği modern bir ulus-devlet çerçevesine uyarlamak için tek dil ve tek kimlik politikalarını benimsemiştir. Bu politikanın temelinde, devletin milli birliği sağlamak için dilin homojenleşmesini bir araç olarak görmesi yatmaktadır. Türkçe’nin resmi dil olarak belirlenmesi ve diğer dillerin kamusal alanda kullanımının kısıtlanması, Türkiye’nin modernleşme ve ulusal kimlik inşası sürecinin en belirgin adımlarından biri olmuştur.
Bu politikaların kökeni, Benedict Anderson’ın ifade ettiği gibi, modern ulus-devletlerin “hayali cemaatler” yaratma sürecine dayanır. Ulus-devletler, tek bir ulusal dil etrafında şekillenen bir kimlik oluşturarak toplumsal bütünlüğü sağlamaya çalışır (Anderson, 1991). Türkiye’nin dil politikaları da bu bağlamda değerlendirilebilir; Türkçe, ulusal kimliğin ve devlet otoritesinin bir sembolü olarak kabul edilirken, Kürtçe gibi diğer dillerin kamusal alanlarda kullanımı bu ulusal birliğin tehlikeye girmesi olarak algılanmıştır (Gellner, 1983).
Hukuki süreçler, devletin egemenliğinin en yoğun şekilde hissedildiği alanlardan biridir. Resmi dilin kullanımı, devlet otoritesinin ve ulusal birliğin bir ifadesi olarak görülür. Bu bağlamda, bir avukatın Kürtçe yemin etmesine yönelik itirazlar, dilin sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda devletin egemenlik iddiasının bir yansıması olarak görüldüğünü gösterir. Pierre Bourdieu’nun “dilsel sermaye” kavramı, bu bağlamda önemli bir açıklama sunar. Bourdieu’ya göre, dil, sadece iletişimsel bir araç değil, aynı zamanda toplumsal güç ilişkilerinin bir yansımasıdır (Bourdieu, 1991). Türkiye’de hukuki süreçlerde Türkçe’nin tek resmi dil olarak kalması, bu güç ilişkilerinin bir yansıması olarak değerlendirilebilir.
Bu durum, devletin resmi dil politikalarının politik ve ideolojik bir araç olarak kullanıldığını gösterir. Türkiye’de Kürtçe’nin hukuki süreçlerde kullanılmasına yönelik engeller, devletin ulusal kimliği koruma çabalarının bir uzantısıdır. Bu bağlamda, Kürtçe’nin kullanımı sadece bir dil meselesi değil, aynı zamanda ulusal egemenlik ve toplumsal bütünlük açısından da bir mücadele alanıdır.
Kürtçe’nin devlet televizyonu TRT Kürdi’de yayınlanması, üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin açılması ve devlet okullarında Kürtçe’nin seçmeli ders olarak sunulması gibi adımlar, Kürt kimliğinin belirli bir düzeyde tanındığını göstermektedir. Bu tür adımlar, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik süreci ve uluslararası insan hakları standartlarına uyum çabaları çerçevesinde atılmıştır (Kaya & Baldwin, 2004). Ancak bu adımlar, Kürtçe’nin kamusal alandaki statüsünün hala sınırlı olduğunu ve bu statünün devletin ulusal kimlik inşası sürecinde belirli sınırlarla çerçevelendiğini gösterir.
Bir yandan Kürtçe’nin belirli düzeylerde tanınması, devletin demokratikleşme çabaları olarak yorumlanabilirken, diğer yandan bu tanımanın sınırlandırılması ve özellikle hukuki süreçlerde Kürtçe’nin yasaklanması, bu çabaların sınırlı ve çelişkili olduğunu gösterir. Bu durum, Michel Foucault’nun biyopolitika kavramı ile açıklanabilir. Foucault, modern devletlerin bireyler üzerinde kurduğu denetim ve düzenleme mekanizmalarını biyopolitika kavramı üzerinden açıklar (Foucault, 2003). Kürtçe’nin hukuki süreçlerde kullanılmasının yasaklanması, devletin bu biyopolitik denetim mekanizmalarının bir parçası olarak görülebilir.
Kaynakça
1- Anderson, B. (1991). Hayali Topluluklar: Milliyetçiliğin Kökeni ve Yayılması Üzerine Düşünceler. Londra: Verso.
2- Bourdieu, P. (1991). Dil ve Sembolik Güç. Cambridge: Harvard University Press.
3- Foucault, M. (2003). Toplum Savunulmalıdır: Collège de France’ta Dersler, 1975-76. New York: Picador.
4- Gellner, E. (1983). Milletler ve Milliyetçilik. Oxford: Blackwell.
5- Kaya, A., & Baldwin, C. (2004). İslam, Göç ve Entegrasyon: Güvenlikleştirme Çağı. New York: Palgrave Macmillan.