Birincisi komünist bir şair olarak Nazım Hikmet’e dönük hakikatten çok kibirden kaynaklanan dili nedeniyle eleştiriyi hak ediyor. İkincisi ise yazı Kürt halkı ile diğer halklar, özgürlük hareketi ile sosyalist hareket arasında iletişimi değil önyargıları besleyen tarzı nedeniyle bunu hak ediyor
Deniz Bakır
Cumartesi günü Yeni Yaşam’da Müslüm Yücel imzası ile yayınlanan ‘Türk entelektüelleri’ başlıklı yazı sosyal medya başta gelmek üzere çok tartışıldı. Yazıyı özgürlük hareketini ve basınını linç etmek için fırsata çevirmeye çalışan niyeti açık seçik belli trollerin ve sosyal şovenlerin ciddiye alınacak bir yanı yok.
Ancak yazı iki nedenle eleştiriyi hak ediyor.
Birincisi sadece Türk halkıyla değil bu topraklardaki ve dünyadaki tüm ezilen halklarla özdeşleşen komünist bir şair olarak Nazım Hikmet’e dönük hakikatten çok kibirden kaynaklanan dili nedeniyle eleştiriyi hak ediyor.
İkincisi ise niyetini bir kenara koyacak olsak bile yazı Kürt halkı ile diğer halklar, özgürlük hareketi ile sosyalist hareket arasında iletişimi değil önyargıları besleyen bir tarzı teşvik etmesi nedeniyle bunu hak ediyor.
Bazen böyle olur. Bir fikre en büyük zararı ona sahip çıkanlar ya da çıkıyor gibi görünenler verir. O fikri sürekli tekrarlayarak içeriğinden uzaklaştırır, ezbere dönüştürerek kapalı devre, içi boş ama dışı parıltılı bir kabuğa dönüştürürler. Müslüm Yücel’in yaptığı da bu.
Yazı Türk aydınının krizli serüvenini tecrit ve Kürt sorununun yakıcı gerçekliği karşısındaki sessizliğiyle bağıntıları içinde inceleyerek eleştirmek iddiasıyla yola çıkıyor. Ancak bundan başka her şeyi yapıyor. İyi niyetle yazının ana fikrinin ‘Türk aydınları tecrit karşısında sessizler çünkü devlete genetik olarak bağlılar’ olduğunu düşünebiliriz. Ve bu fikrin gerçekten de tartışmaya değer olduğunu söylemek gerekir. Ancak gelin görün ki en başta yazının mantık kurgusu ve kötü bir psikanalitik yorumdan öte bir derinliği olmayan örgüsü buna engel oluyor. Bol örnekli yazı ilk bakışta entelektüel bilgi izlenimi yaratsa da biraz derine indiğinizde tam bir karmaşa ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Bağlamından koparılmış, oradan buradan tırnaklayarak alınmış, doğruluğu ve yorumu tartışmalı birçok şey iç içe ve bir çerçeve içinde verildiği için ilk bakışta bilgi gibi duruyor yazıda. Ama çerçeveyi alıp, yığını biraz karıştırdığımızda gerçek buz gibi çıkıyor karşımıza. Yazıda birçok bilgi yorum yanlışı var. Ancak biz genel bir kritik yapmayı şimdilik bir kenara bırakıp ‘Nazım Hikmet’ örneğine odaklanalım. Zira Yücel’in deyişiyle ‘bütün belaların adresi, Nazım Hikmet’tir!!!
‘Bütün belaların adresi…’
Yazar diyor ki; ‘Nazım, Dostoyevski’nin emsali değildir ama edebiyatçısı az olan Türkiye’de numunedir; siyaseten de MHP-CHP’de karşılık bulur.’
Bu yorumun bilgisini sorduğunuzda karşımıza konan şey ise ‘Türkeş’in Nazım’ın ‘Türklerin köksüzlüğünü’ anlatan bir şiirini okumasından başlayıp ‘Piyer Loti’ye’ yazdığı şiirin linç kültürünü övdüğü ve meşrulaştırdığına, ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ isimli destan şiirde Türkler dışındaki halkları-Ermenileri- kötü gösterdiğinden affedilmek için Kemalistlere ‘yaltaklanmasına’, Necip Fazıl ile aynı milli aklın bir parçası olmasından ‘orospularla’ marksistlerin kanını karıştıracak kadar ‘ahlak yoksunu’ olmasına kadar bir dizi bilgi-yorum karışımı gibi görünen ama gerçekte kötü bir psikanalitik yorum olmanın ötesine geçemeyen bir yığından başka bir şey bulamıyorsunuz. Nazım’a dönük eleştirilerinin ironisi olsa gerek kullandığı her kelimenin dönüp dolaşıp yazarının eline yüzüne bulaştığını görüyorsunuz. Yücel’in mantık silsilesini takip ederek mesela Tayyip Erdoğan’ın zamanında Cigerxûn, Ahmet Kaya ya da Yılmaz Güney’e övgülerinden dolayı ezilenlere ve mücadelelerine ait bu değerleri bir kalemde faşist ilan etmek işten bile değildir. Keyfi biçimde, anlam bulmak değil üretmek için cımbızlamayı bir eleştiri yöntemi sanmanın varacağı yer burasıdır. Ne var ki hakikat Yücel’in psikanalitik yorumla bilgiyi karıştıran keyfiliğine pek aldırış etmez. Olduğu gibi durur yerinde.
Belirtilen şiirde Nazım, Türklerin Uzak Asya’dan gelişini göçebe gelenek ve bu geleneğin komünal-özgürlükçü yönü ile egemenlerin bilmem kaç devlet kuran cihana hükmeden devlet geleneğinin ezilenlerde yarattığı çelişkili bilinci içinde ve destan şiir formunda resmeder. Aynı yöntemi Yaşar Kemal’in birçok romanında da tüm canlılığı ile görebiliriz. Yaşar Kemal romanında Yörükler-Türkmenler üzerinden anlatılan komünal özgürlükçü damar ile resmi ideoloji ve ezilenlerin bilincinde yarattığı bozulma çelişkili ve mücadele halinde ama bir arada görünür. Bir yanda devletçi gelenekle mesafeli göçebe Türkmenler, öte yanda ise ulus devlet projesinin ürünü olarak yerleşik hale gelmiş devletçi ve Türkleşmiş Türkmenlik iç içe ve mücadele halindedir. Mesela İnce Memed gibi bir şaheserde Mustafa Kemal figürü egemenleri ve ezilenleri temsil eden karakterler tarafından resmedilir. Ve bu resim iki taraf içinde flu yanlar barındırır. Ezilenler ve ezenlerin kendi içlerinde ve mücadelelerinde yansıyan bu çelişkili görünüm toplumsal ve sınıfsal dönüşüm ve mücadelelerin sancısından doğar. Ve toplamdan bakıldığı zaman Yaşar Kemal gibi Nazım Hikmet de yanlış ya da eksik görülebilecek ve eleştirilebilecek birçok yanlarına karşın toplumsal gerçekçi görüş açısını sınıfsal duruşu ile birleştirmekte tereddüt etmez. Ezilenlerin yanında ve safındadırlar. Ve Nazım bunu politika ve örgüte uzak durarak yapan birçok aydından farklı ve üstün olarak örgütlü bir biçimde yapar. Onun yıllarca zindanda kalmasının ya da vatandaşlığı alınarak sürgünde yaşamını yitirmesinin nedeni de bu duruşudur.
Demagojiyi bilgi kılığına sokmak
Diğer bir konu Yücel’in Ermenileri kötü gösteriyor diye üzerini çizip ırkçı Necip Fazıl ile aynı kefeye koyduğu; MHP-CHP’nin dönemindeki muadili olarak kodladığı Nazım, Ermeni katliamı ve tehciri konusunda partisi TKP’nin bile ilerisinde ve kavgalıdır. Yücel okumadan, anlamadan ya da (hadi niyeti karıştırmayalım) bilmeden yüzeysel seçmeci aydın kibri ile tersini söylese de konuya dair meraklı okur TKP arşivinden çıkarılan yazışmalara, dönem TKP’lilerinin yayınlanmış anılarına ve Nazım Hikmet’in ‘Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’ kitabına vb. bakarak gerçeğe ulaşabilir. Daha ironik olan ve Yücel’i traji komik hale düşüren şey ise bizzat yazısında referans verdiği ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ kitabında Ermeni katliamı ve bu katliamın Türk halkına getirdiği tarihsel utanç geniş biçimde resmedilir. (Kitabı karıştırmakla zaman kaybetmek istemeyen okuyucu Agos gazetesinin hazırladığı <https://www.agos.com.tr/tr/yazi/10225/nazim-hikmetin-tanikligiyla-ermeni-katliamlari> derlemesine bakabilir.) Peki hal böyleyken Yücel neden ‘Ermeniler kurnaz olur’ sözleri üzerine yaptığı demagojiyi bilgi kılığına sokmaya çalışıyor.
Dahası var. Yücel belki şaşıracak ama Nazım Hikmet’in Kürt sorunu konusundaki yaklaşımı da döneminin, partisinin ve egemen akla bulaşık bugünkü birçok sosyal şovenin ilerisindedir. TKP MK Dış Bürosu’nun 1962 konferans belgelerinde Nazım’ın tartışması şöyle yansır:
“Nazım: Mesela Fransız halkı kurtulmadı diye Cezayir halkı kurtulmasın mı? Türk halkı kurtulmadan da Kürt halkı kendi kurtuluşu için savaşabilir.
Doktor: Kürt halkı Türk halkının kurtulmasıyla da bağlıdır.
Nazım: Evet ama evvel de yapabilir.”
Müslüm Yücel’in “ırkçı” Nazım Hikmet’i demiştir bunları!
Piyer Loti’nin ruhu
Yücel yazısında Nazım Hikmet’in ‘Piyer Loti’ örneği üzerinden dizelere döktüğü o muhteşem emperyalizm ve sömürgecilik karşıtı şiirleri de bir kalemde faşist hezeyan diye sunmaya kalkışıyor. Neye göre ve niye? Yorumdan başka bir şey bulamıyorsunuz. Sömürgecilere ve onların kültür ajanı rolünü oynayan oryantalistlere karşı ezilen halkların büyüyen öfkesini Anadolu insanının hikâyesi içinde resmeden Nazım şöyle diyor adı geçen şiirinde:
‘Anadolu baştan başa/Armistrongun/talim meydanı oldu! / Asyanın bağrı doldu! / Şark/yutmayacak/artık! / Bıktık be bıktık!
İçinizden biri / can verebilse bile / açlıktan ölen öküzümüze/ burjuvaysa eğer / gözükmesin gözümüze! / Hatta sen / sen Pier Lobi! / Sarı muşamba derilerimizden / birbirimize / geçen
tifüsün biti / senden daha yakındır bize / Fransız zabiti! / Fransız zabiti sen / o üzüm gözlü Azadeyi
bir orospudan / daha çabuk unuttun! / Kalbimize diktiğin / Azadenin taşını / bir tahta hedef gibi topa tuttun! / Bilmeyenler / bilsin: / sen bir şarlatandan başka bir şey değilsin! / Şarlatan!
Çürük Fransız kumaşlarını / yüzde beş yüz ihtikarla şarka satan:/ Piyer Loti! / Ne domuz bir burjuvaymışsın meğer! / Maddeden ayrı ruha inansaydım eğer / Şarkın kurtulduğu gün
senin ruhunu / köprü başında çarmıha gerer
karsısında cigara içerdim! / Ben elimi size / verdim / size verdik bir elimizi / kucaklayın bizi
Avrupanin sankulotları! / Surelim yan yana bindiğimiz al atları! / Menzil yakın / bakın/kurtuluş günü artık sayılı / Önümüzde şarkın kurtuluş yılı
bize kanlı mendilini sallıyor / Al atlarımız emperyalizmin göbeğini nallıyor.’
Yücel, Piyer Loti’nin doğu toplumlarını gelişmemiş -ve gerekirse zorla sömürgecilikle eğitilmesi gereken- varlıklar olarak kodlayan bir oryantalist ve kemirgen bir burjuva olup olmadığı konusunda bir soru işareti bırakıp resmi belirsizleştikten sonra Nazım’ın şiirinde kullandığı ‘Piyer Loti’nin ruhunu çarmıha germek’ imgesi üzerinden işkence anılarına ve oradan da ırkçı linç kültürüne bağlıyor. ‘Piyer Loti’nin ruhu’ sözlerini sömürgeciliğin imgesel ve simgesel bir anlatımı olduğu gün gibi açıkken sadist bir fantezi ya da amigoluk olarak sunmaya çalışması eğer algı sorunu değilse egemen akla bulaşıklıktan kaynaklanan bir şuur kaybı olabilir. Dahası sömürgeciliğe karşı öfke içindeki halklarla kurulan şiirsel empatiyi eğip büküp tersine çeviren Yücel nedense işkence ve ırkçı hezeyanın estetiğini yapan, halkların kanıyla beslenen sömürgeciliğin kültür elçisi Piyer Loti ile meseleyi kişiselleştirecek kadar empatik hale geliyor. Neden?
Empati paradoksu
Gelelim Yücel’in demagoji yüklü heybesindeki en bayağı kısma… Diyor ki yazar: “Başka yerde Nazım, ‘Karıştı Madrid opospularının kanı kanımıza’ diyor. ‘Aşksız evliliği fuhuş olarak’ gören Marksizm’den böylesi bir şair çıkmamalı. Dahası bir şair bunu dediği an, ırza geçme bir hak sayılır.”
İnsan ne diyeceğini şaşırıyor bu yorum karşısında. Şiir, edebiyat, kitap gibi şeylere yabancı birisi söz konusu olsa bilgisizlik ya da amiyane tabirle cahillik diyip geçebilirdik. Ancak Yücel’in bu sözleri bilgisizlikten değil bilgiyi iktidar ve tahakküm aracı olarak gören burjuva aydın kibrinden kaynaklanıyor. Yücel şiirden bir bölümü bağlamından kopararak alıyor arkasına yine bağlamından koparılmış bir aforizma ekleyerek istediği anlamı elde ediyor.
İspanya iç savaşını ve faşizme karşı verilen destansı mücadeleyi anlattığı dizelerinde şöyle diyor Nazım:
“Karıştı Madrid orospularının kanı kanımıza,/ Ve fahişe kadınlar dövüştü faşizme karşı./İspanya’nın kızıl topraklarında,/Düştü en güzel çocuklarımız.” ‘Orospu’ Müslüm Yücel’in eril aklının algıladığının tersine Nazım’ın şiirinde sermaye tarafından bir ticaret nesnesine dönüştürülerek düşürülen kadının faşizme karşı savaş içinde soylulaşmasının imgesel betimlenmesidir. Kanı kanımıza karışan kurbandan özneye dönüşen faşizme karşı savaşarak soylulaşan bu kadınlardır. Kaldı ki böyle olmasa dâhi Piyer Loti gibi bir sömürge elçisi ile empati kuracak genişlikte bir meşrebi olan Yücel’in ‘orospu’luğu kirli kanla özdeş hale getirerek uzak durmaya salık veren bayağı burjuva ahlakçılığına varması ironik görünmektedir.
Hakikate karşı aydın olur mu?
Bilgiyi istediği biçimi vereceği bir hamur, kendini ise tanrının eli sanan burjuva aydın kibrinin vardığı yer burasıdır. Bu nedenle Yücel’in baktığı yerden Nazım’ın ‘bütün belaların adresi’ olarak görünmesi normaldir.
Nazım bizimdir.
Eleştiriyi hak eden bir dizi eksiği yanlışı ile birlikte ezilenlerin safındadır. Peki Yücel nerededir? Hadi bunu da bir kenara koyarak soralım. Hakikate karşı durarak aydın olunur mu? Bir ‘aydın’ olarak Yücel’in kendine sorması gereken soru budur…