O dönemde Filistin’de kurulu düzen Osmanlı bürokrasisi, ulema ve aşiretler arası dengeye dayalıdır. Tıpkı Kürdistan’da olduğu gibi 19. yüzyılın ilk yarısında görece otonom bir yapının varlığından söz edilebilir…
A. Menaf Can
İngiltere ve Hollanda’da ilk örneklerini gördüğümüz ulus-devlet olgusu, 1789 Fransız Devrimi ve Napoleon savaşlarıyla birlikte yaygınlık kazanmış ve pek çok Avrupa devleti bu modele uygun olarak kendilerini yeniden yapılandırmıştır. 1789 Devrimi’ne kadar olan süreçte Hristiyan Avrupa tarafından “İsa’nın katilleri” olarak tanımlanan Yahudiler, hiçbir Avrupa ülkesinde etkili bir siyasi güce sahip olmamış ve dışlanmışlardır. Tarihsel akış içerisinde seküler düşünce ve ideolojiler tarafından zayıflatılan Kilise öğretileriyle birlikte Yahudilere karşı sergilenen tutumda ise farklılıklar açığa çıkmıştır. Fransız Devrimi’nin ardından yaşanan ve “emancipation” olarak adlandırılan “Yahudi özgürleşmesi” sayesinde Avrupa’da ticaret ve devlet kademelerinde Yahudi etkinlikleri artmıştır. Ulus devletlerin çatısı altında sosyal ve ekonomik hayatta hızla büyüyen Yahudiler bu kez de bir ikilem ile karşı karşıya kalmışlardır. Dönemde yaşanan sosyo-politik gelişmeler bir taraftan Yahudi özgürleşmesine sebep olurken, diğer taraftan milliyetçiliğin dalga dalga yayılmasına sebep olmuştur. Kuşkusuz bu ise Yahudiler arasında bir ikilem açığa çıkarmıştır. Kimi Yahudiler dinsel kimliklerini koruyarak Cermen ülkelerine layık olduklarını göstermek amacıyla Yahudiliğin kendine has birtakım özelliklerinden vazgeçmiş, Batı yaşam tarzını benimsemiş ve dilbilimsel asimilasyonu (Yidişçe gibi Yahudi dillerinin bırakılarak Almanca ve Fransızca konuşulması gibi) kendileri tercih etmişlerdir. Ulusal bir karaktere sahip olduğu söylenebilecek Doğu Avrupa Yahudiliği ise kendine has karakterini koruma refleksi göstermiştir. 19. Yüzyıl sonlarında Neo–Darwinizme dayanan ve beyaz ırkın hakimiyetini biyolojik üstünlük ile açıklayan kuramlar geliştirilmiş, ekonomik olarak gittikçe güçlenen Yahudiler, Avrupalılar için asimile edilmesi gereken bir ırk olarak ele alınmıştır. Gelişen bu antisemitizm ile ise doğrudan Yahudi özgürleşmesi hedef alınmıştır.
Dreyfus davası
Yahudilerin hedef alındığı ünlü davalardan biri Dreyfus davasıdır. Fransa’daki Yahudi düşmanlığına rağmen askeri okulda sağladığı başarı ile yüzbaşı ünvanını alan Albert Dreyfus, 1894 yılında Almanya’ya casusluk yaptığı iddiasıyla tutuklanıp, Şeytan Adası’na gönderilmiştir. Daha sonra Dreyfus’un mahkumiyetine sebep olan el yazının Easterhazy isimli bir binbaşıya ait olduğu anlaşılmıştır. O dönem Neue Freie Presse gazetesinin Paris muhabiri olarak çalışan Theodor Herzl isimli gazeteci bu olaya şahit olmuş ve Yahudi meselesinin ancak bir Yahudi ülkesinin kurulmasıyla çözülebileceğine inanmıştır. Bu doğrultuda bir Yahudi Devleti projelendiren Herzl, bir Alman Yahudisi olan finansör Baron Maurice de Hirsch ile bu konuda görüşmüş, lakin kendisini ikna edememiştir. Ardından Yahudi devleti ile ilgili 65 sayfalık bir makale hazırlayarak bunu bankacı ve politikacı olan Baron de Rothschild’a göndermiştir. Bu çalışma aynı zamanda 1896 yılında yayınlanan Yahudi Devleti (Der Jundenstaat) kitabının taslağı olmuştur. Herzl, kitabında, her ne kadar her yerde onurlarıyla toplumsal yaşama karışarak yaşasalar ve bulundukları ülkeye sadık bir biçimde vatanseverlik gösterseler de hala yabancılar gibi oturup ağladıkları serzenişinde bulunarak Avrupa’daki ve dünyadaki tüm Yahudileri, “vaat edilen topraklara” çağırmıştır. Esasında Herzl dindar değildir, hatta bir süre Arjantin’de kurulacak bir Yahudi devleti üzerine yoğunlaşmıştır lakin din olgusunun, siyonizmin ideolojik yönünü güçlendireceğine ve ulus bilincinin yaratılmasında yararlı olacağına kanaat getirerek Filistin’de karar kılmıştır.
Doğu Avrupa Yahudileri
Siyasi bir düzlemde ideolojik temeller böylelikle Herlz ile atılmış, gelişen tehditlere karşı ise dinsel kimliklerini koruyan Yahudiler ile ulusal kimliklerini koruyan Doğu Avrupa Yahudileri, 1897 yılında Basel’de gerçekleştirilen Dünya Siyonist Kongresi’nde bir araya gelmiştir. O dönem çöküşün eşiğinde olan Polonya ve Rusya’daki feodal sistemin çatısı altında yaşayan Yahudiler ise ağır koşullarda, izole bir şekilde ve kırım tehdidiyle yaşamışlardır. Örneğin tarihler 6 Nisan 1903’ü gösterdiğinde bugünki Moldova olan Besarabya bölgesinin başkenti Kişinev’de yayınlanan Bessarabetz isimli gazetede ölü bulunan Hristiyan Rus gencinin faillerinin Yahudiler olduğuna işaret edilmiştir. Gazetenin sahibi, Yahudi düşmanlığıyla bilinen dönemin İçişleri Bakanı Konstantinoviç von Plehve’dir. Kişinev Pogromu olarak bilinen olaylarda onlarca Yahudi öldürülmüş, yüzlercesi ise yaralanmıştır. Dünyada yankılanan bu olaylar silsilesinin ardından Filistin’e göç eden Yahudi sayısında artış görülmüş ve Yahudi devleti fikri etrafında kenetlenme daha güçlü bir hal almıştır.
Filistin’de durum
O dönemde Filistin’de ise kurulu olan düzen Osmanlı bürokrasisi, ulema ve aşiretler arası dengeye dayalıdır. Tıpkı daha önce Kürdistan’da olduğu gibi 19. yüzyılın ilk yarısında Filistin’de vergi yükümlülükleri az, köylülerin askere alınmadığı görece otonom bir yapının varlığından söz edilebilir. Lakin Osmanlı’nın çöküşüne giden süreçte çıkarılan Toprak ve Kadastro yasaları, yabancıların toprak sahibi olmalarının yasallaşması, devlet mülkiyeti olan miri toprakların özel mülklere dönüştürülmesinin önünün açılması ile çoğunluğu peygamberin soyundan geldiğini iddia eden Filistin ve özellikle Kudüs uleması ve şeyhleri (aşraf) oldukça zenginleşmiştir. Tanzimat dönemi ile birlikte Hristiyan ve Yahudi azınlıklar ise ayrıcalıklardan yararlanabilir ve vergilerden büyük ölçüde kurtulabilir bir vaziyete gelmişlerdir. Azınlıklara Filistin’de ticaret serbestisi verilmesiyle ulema sınıfının mali sermayesi de bu azınlıklar tarafından kontrol edilmeye başlanmıştır. 1897’de yüzde 12.5 olan vergi yükümlülüğü 1900’lerde yüzde 50’ye varan bir orana ulaşır. Köylüler bu vergi yükümlülüğü altında ezilir bir hale getirilir. Bir yandan köylüler bu yük altında ezilirken diğer yandan İmparatorluğun toplam ithalatının çeyreği ve ihracatının beşte biri Filistin, Suriye ve Irak toprakları üzerinden gerçekleşmiştir. Mübadeleye dayanan ve özel bir kolonyal karakter taşıyan bu ticaret hacmi Arap bölgelerini kapitalist modernite ekonomisine tarımsal ürün ve ham madde sağlayıcısı olarak kullanıyordur. O süreçte her ne kadar “Osmanlıclık” ideolojisi ve ardından II. Abdülhamit’in İslam birliği siyasetiyle İmparatorluğun devamını sağlama çabası içerisinde olunsa da İmparatorluk sınırları içinde yer alan Arap topraklarında Batılı devletlerin faaliyetleri gittikçe güçlenmiştir. Arap halkları bir yandan yabancı sermayenin nüfuzu altında zapturapt altına alınmaya çalışılırken diğer yandan Osmanlı paşalarının ve ulemanın baskısına maruz kalıyorlardır. 19. yüzyılın son yarısında El Ezher’de eğitim görmüş olan Muhammed Abduh Mısır’da İslam reformu için çalışıyor, Bustani ve Cemaleddin el-Afgani’nin öğretilerinden etkilenen Suriye kökenli Arap gazeteci Abdurrahman el-Kevakibi gibi isimlerin yürüttüğü çalışmalar ise Arap milliyetçiliği olgusunu açığa çıkarıyordur. Muhammed Abduh ve takipçileri bir yandan İmparatorluğun Arap nüfusunu Türkleştirmesine karşın dirençli olma çağrısında bulunurken diğer yandan klasik Arapça’nın canlandırılmasını savunuyordur.
Yahudilerin Abdülhamit’le görüşmesi
Bu dönemde Herzl ve kendisi gibi düşünen Yahudiler ise bir yandan Abdülhamid ile görüşüp bölgede bir Yahudi devleti kurulması için çabalıyor, diğer yandan emperyalist güçlerden destek almaya çalışıyordur. Alman Kayzer’i, Çarlık Rusya’sının Yahudi katliamları düzenleyen İçişleri Bakanı Von Plehve’si, ve ünlü İngiliz emperyalisti, Rodezya’yı sömürgeleştiren (ve bu ülkeye adını veren) Sir Cecil Rhodes gibi isimlerle görüşülerek kurulacak Yahudi devletinin emperyalist çıkarlarla uyumlu olduğu savı paylaşılıyordur. Herzl, Filistin’de Avrupa’nın Asya’ya karşı korunma hattının bir bölümünü oluşturacaklarını ve barbarlığa karşı uygarlığın bir uç boyu olacaklarını ifade ediyor, yaşamlarının garanti edilmesi durumunda tarafsız bir devlet olarak Avrupa ile temas halinde olacaklarını taahhüt ediyordur.
Bu gelişmeler ışığında ulus-devlet ve milliyetçilik üzerinden kendini kurumsallaştırmaya çalışan Yahudilik ile ümmet anlayışının dil sınırlarına çekilmesini ifade eden ulus olgusu olarak Arap milliyetçiliği karşı karşıya gelecektir. Kapitalizmin ikinci büyük küreselleşme çağında başat duruma geçen para ise yaşanacak sınıfsal ve ulusal savaşımların seyrini belirleyecek ve böylelikle komutanlık yapacaktır. Bu tarihsel seyir içerisinde kavim milliyetçiliklerini ideolojikleştiren Yahudiler ise sermaye gücüne dayalı stratejilerinden ötürü bu hikayedeki baskın taraf olacaktır.
İlk Yahudi Kongresi
Avrupa’da yükselişe geçen anti-semitizm dalgasına karşı Yahudilerin reaksiyonları farklılık göstermiştir. Doğu Avrupa’daki Yahudiler tarafından Yidişçe konuşulan sosyalist örgütler kurulmuş, Rus Yahudileri ilk kez 1896’da Londra’daki Sosyalist Enternasyonal Kongresi’nde temsil edilmiş, Londra East End’de Yahudi proleteryası açığa çıkmıştır. Yahudilerin diğer uluslardan ayrı örgütlenmesini savunan sosyalist Bund Federasyonu (Litvanya, Polonya ve Rusya Genel Yahudi İşçiler Birliği) kurulmuştur. Bunların yanı sıra Troçki, Martov, Kemenev gibi pek çok Yahudi ise Menşevik ve Bolşevik partilerin saflarında yer almıştır. Hatta Lenin bir keresinde Yahudi düşmanlığını körüklemenin iğrenç olduğuna işaret ederek Yahudi proleteryası ile Yahudi olmayan proletaryanın birlik olması gerektiğini vurgulamıştır. Siyonizm ise Yahudi düşmanlığını kapitalizmin bir sonucu olarak değil, insan doğasının temel öğelerinden biri olarak görüyordur. Bu yüzden Herzl, Dreyfus davası sonrası Yahudi düşmanlığını tarihsel olarak anlamayı bıraktığını ve buna karşı savaşmanın boş ve anlamsız olduğunu kavradığını ifade ederek, ancak Yahudi devleti kurularak bu problemi aşabileceklerine işaret etmiştir. Lakin Siyonistler Yahudilerin ancak çok küçük bir azınlığını örgütleyebilmişlerdir. Daha sonra İsrail’in ilk devlet başkanı olacak olan Chaim Weizmann 1903’te Herzl’e gönderdiği raporda Siyonist hareketin Yahudileri örgütleyemediğini ve Yahudi öğrencilerin neredeyse tümünün devrim hareketini desteklediğini ifade edecektir. Böylelikle Siyonizm, Stalinizmin zaferine ve Hitler’in Yahudi sorununa nihai çözüm bulduğunu düşüneceği ana değin diğer Yahudi hareketlere nazaran daha cılız kalacak veya dünya savaşları ile sönümlenecektir. Lakin Herzl kurmuş olduğu ideolojik çerçeveden oldukça emindir. Basel’de gerçekleşen ilk kongrede Yahudi devleti üzerine, “Eğer şimdi bunu yüksek sesle ifade edersem kuşkusuz herkes gülecektir. Ama belki 5 yıl, ama kesin olarak 50 yıl içinde tüm dünya onu tanıyacaktır” demiştir. Zaten 1901 yılındaki Beşinci Siyonist Kongresi’nde Yahudi Ulusal Fonu kurulmuş, Filistin’de ele geçirilen veya satın alınan toprakların Yahudi olmayanlara satılmayacağı veya kiraya verilmeyeceği kararlaştırılmıştır. Basel Kongresi aslında Doğu Avrupa’nın kültürel ve dinsel dokusunu koruyan Yahudiliği ile Batı Avrupa’nın laik Yahudiliğinin bir araya gelişini temsil ediyordur. Dönemin politik gelişmelerini iyi okuyan Herzl, bitmek tükenmek bilmez bir ısrar ile çalışmalarını sürdürüyordur.
Kapitülasyonlar…
Diğer yandan İmparatorluğun merkezi otoritesi Arap halklarının yaşadığı bölgelerde zayıflıyor, kapitülasyonlar veriliyor, Batı ekseriyetli kolonizasyon sürecinin altyapı hazırlıkları hızlandırılıyordur. Avrupalı şirketler teşviklerle artık Ortadoğu Pazarı’nda yer alıyordur. Lakin kapitalist modernitenin temel mihenk taşlarından biri olan ulaşım ağı bu topraklarda oldukça cılız ve ağır ilerliyordur. 1892-1911 yılları arasında Fransız şirketleri tarafından Suriye ve Filistin’de 500 millik demiryolu inşa edilmiştir. İmparatorluk Şam–Medine arası Hicaz demiryolunu, Almanlar ise Halep’ten Musul’a değin uzanan meşhur Bağdat demiryolunu inşa etmiştir. Bunları yine Avrupalı şirketler tarafından yapılan köprüler ve kanallar takip etmiştir. Akdeniz’i Kızıldeniz’e bağlayan jeo-stratejik öneme sahip olan Süveyş Kanalı ise Fransız şirketine yaptırılmıştır. Aslında Avrupalılar bir süredir Arap coğrafyasında etkinlerdir, Fransızlar Cezayir’i 1830’da, İngilizler Aden’i 1839’da, Mısır’ı ise 1882 yılında işgal etmişlerdir. İngilizler Mısır’ın işgaliyle Süveyş Kanalının denetimini ele geçirmiştir. İmparatorluğun isyanlar, dış borçlardan kaynaklı Batı ile sürdürdüğü ve değişkenlik gösteren bu politika Batı Avrupa kökenli kapitalist modern hegemonyanın Ortadoğu’daki iki yüz yıllık rolünü perçinleyecektir. Osmanlı despotizmi, geriye kalan İslami kültürel birikimleri kapitalist Batı uygarlığına karşı koruyamayacak hatta bunları onlara peşkeş çekecek bir noktaya gelecektir. Nitekim İmparatorluk hanedanlığının Mısır Valisi M. Ali Paşa tarafından el değiştirme çabaları ancak İngiltere ve Rusya’ya verilen tavizlerle durdurulmuştur. Sened-i İttifak, Tanzimat ve Islahat Fermanları, I. ve II. Meşrutiyet ilanları Batı sistemiyle bütünleşme amaçlıdır. Lakin amaç kapsamdan çok uzaktır.
Herzl’ün ardından Weizmann
Görünüşte her ne kadar İmparatorluğu padişah ve bürokrasisi yönetse de “bu yönetiş taşeron olmanın ötesinde bir anlam taşımıyordur.” II. Abdülhamid ile gelişen denge hesapları Almanya devlet sermayesine bağlılığı ön plana çıkarır. Muhtemelen Herzl, yaşanan bu politik gelişmeleri iyi tahlil ederek Sultan’dan Filistin’e yerleşme hakkını ve özerkliklerini talep etmeyi düşünmüştür. Herzl bunun için II. Wilhelm ile yakınlaşan ve kendisinden oldukça etkilenmiş olan din adamı Hechler’i Kayzer üzerinde kullanmayı umuyordur. Lakin II. Abdülhamid, “canlı canlı bölünmeyi” kabul etmeyecektir. Herzl’ün diplomatik çabaları ise 1904 yılında yaşamını yitirene değin sürecektir.
Siyonist hareket her ne kadar Herzl’ün ölümünden sonra bir seçenek olarak Uganda’ya yerleşme yanlıları ile “gece sığınağı” çözümüne karşı olan Neinsager’lar arasındaki anlaşmazlıkla bir süre boğuşsa da 1905 yılında yine Basel’de gerçekleşen 7. Siyonist Kongre’de mutabakata vararak, Filistin’de yurt kurulması amacına vazgeçilmez şekilde bağlı olduklarını ifade edeceklerdir. Hareket içerisinde Herzl’ün ardından yükselen isim ise Weizmann olacaktır.
1907 yılına gelindiğinde Filistin’de Degenia Kibbutz adı verilen ilk kolektif tarım kooperatifi kurulacak ve Beşinci Siyonist Kongresi’nde alınan kararlar uygulanacaktır. Arapların Yahudilere ait topraklarda çalıştırılmaması ilkesini Arap ürünlerini satın almama izleyecektir. Her ne kadar karşıt görüşler olsa da bu gelişmeleri Yahudilerin askeri eğitim görmeleri zorunluluğu izleyecektir. Tüm bu olanlar, kendi toprakları üzerinde yaşanan bu gelişmelere tanıklık eden Filistinli Araplarda ise rahatsızlık yaratmaya başlayacaktır.
İttihat ve Terraki Cemiyeti
Diğer yandan aynı dönemde Selanik’te konuşlanmış Osmanlı Üçüncü Ordusu subayları arasında Abdülhamid’e muhalefet güçleniyordur. İttihat ve Terraki Cemiyeti’nin omurgasını oluşturan Üçüncü Ordu, Sultan’ın orduya yönelik tutumundan rahatsızdır ve onun orduyu zayıflattığı düşünülüyordur. Tarihler 1908’i gösterdiğinde bu ordudan bir grup subay isyan ederek Abdülhamid’den meşruiyeti yürürlüğe koymasını talep ederek, gerçekleşmemesi halinde ise İstanbul’a yürüyerek bunu kendilerinin gerçekleştireceğini belirtmiştir. Riski iyi tahlil eden Abdülhamid bu talebi kabul ederek ve 24 Temmuz’da anayasanın yürürlükte olduğunu ilan etmiş ve 30 yıl önce kendi dağıttığı meclisi yeniden açmıştır. 1909 yılında ise yeni hükümet aleyhine bir ayaklanma cereyan etmiştir. İstanbul’daki asker ve ilahiyat öğrencileri ayaklanıp, Avrupa’yı esas alan subayların politikalarına karşı şeriatın geri getirilmesini talep etmiştir. Kendilerine ‘kurtuluş ordusu’ adını veren Üçüncü Ordu, İstanbul’a gelerek meşruiyet hükümetini desteklemiş ve ayaklanmayı bastırmıştır. Ayaklanmayı kışkırttığı gerekçesi ile suçlanan Abdülhamid ise tahttan indirilmiştir. Kararı ise kendisine aralarında bir Ermeni ve Yahudi milletvekilinin bulunduğu 4 kişilik parlamento heyeti bildirmiş, yerine ise göstermelik bir hükümdar olan V. Mehmet geçirilmiştir.
Üçüncü Ordu’nun önemli kurmay subaylarından olan Enver, Cemal ve Talat Paşalar üçlüsü otoriter bir rejim yolunda hızla ilerlemeye başlamıştır. İttihat Terakki, oldukça pragmatik bir politika izlemiş ve kendi meşruluğuna zeval gelmemesi için bir süre İslami öğelere değinmeye devam etmiştir. Lakin bütün bürokrasi kanadına saldırarak pek çok kişiyi devlet kademesinden uzaklaştırmıştır. Eyalet idarelerinde pek çok Arap ailesinin idari pozisyonlardan alınması ise bölgede güçlü olan bir takım Arap çevreleri kızdırmıştır. 1908-1913 arasında ise Bulgaristan, Arnavutluk gibi ülkeler bağımsızlığını ilan etmiş, Avusturya Bosna’yı topraklarına katmıştır, İtalyanlar Trablus ve Rodos dahil On İki Adalar’dan bazılarını almıştır. Balkan Savaşı ile Osmanlı orduları Avrupa’nın büyük bir kısmından atılmıştır. 1912 yılında 169,910 kilometre kare olan Osmanlı toprakları bir yıl sonra 28,193 bin kilometre kareye düşmüş, nüfus ise üçte iki oranda azalmıştır. Gelişmeler zaten bir süredir gelişmekte olan Türkçülüğü yükselişe geçirmiştir. Arap eyaletlerinde yer alan idare kadrolarına ise Türkçülüğe sadık isimler getirilmeye başlanmıştır. Filistin’de nüfuzu olan ve Şam’ın zenginlerinden olan Al-Abid, Al- Azm gibi ailelerin topraklarına el konulmuş, makamlarından alınarak sürgün edilmişlerdir. Arap burjuvasine bu yönelim, İttihat Terakki’ye karşı büyük bir hoşnutsuzluğa sebebiyet vermiştir. 1913’ten itibaren etkili olan bu ideoloji her ne kadar resmi olarak Türkçülükte karar kıldıysa da karmaşık bir yapıya sahiptir. İmparatorluk’ta II. Abdülhamid ile açığa çıkan Alman devlet sermayesine olan bağlılık İttihat Terraki’de güçlenerek devam etmiştir. Orta ve Batı Avrupa’da gittikçe güçlenen Yahudi burjuvasinin ise Almanya üzerinde ciddi etkileri mevcuttur. Nitekim İmparatorluğun ordusunun modernizasyon projesinde eğitmen olan Alman subaylar Yahudi kökenlidir. Armin Vambery gibi Yahudilerin ise İstanbul üzerinde etkileri olmuştur. Cumhuriyetin ilanına değin de bu etkiler görülmüştür.
Dünya böyle bir atmosferde Birinci Dünya Savaşı’nın mütearifesinde ve pazar hakimiyeti temelinde iktidar ve sermayenin ulus boyutunda örgütlülüğüne tanıklık ediyordur. Cihan harbi için gerekli tüm koşullar artık uygundur ve çanlar artık çalıyordur.
II. Bölüm: I. Dünya Savaşı’ndan 2. Dünya Savaşı’na…