Geçen gün notlarımın arasından, ne yazık ki kaynağını kaydetmediğim Öcalan’ın şu sözlerine rastladım:
“Biz, bilimsel sosyalizmin gerçekliğine inanıyoruz, ama “dinimiz sosyalizmdir” demiyoruz. Bilimsel sosyalizm, dinin, hatta felsefenin aşılmasıdır da. Ancak, bundan dinin bir hiç olduğu, tamamen demode olduğu ve insan yaşamında etkili olmadığı sonucu asla çıkmamalıdır. Din gerçeğine komünizm adı altında inkârcı yaklaşım, genelde olduğu kadar, özellikle Ortadoğu halklarında çok tehlikeli bir etki yaratmıştır. Bu yaklaşımın halktan soyutlanmaya, dolayısıyla da gericiliğin oldukça güçlenmesine yol açtığını hemen belirtelim. Hatta denilebilir ki, din gerçeğine inkârcı yaklaşım, diyalektik materyalizmin kaba uygulanması anlamında olup, Ortadoğu devrimlerinin gelişmeyişinin en önemli nedenlerinden birisidir.”
Hiç kuşkusuz Öcalan’ın dinle ilgili görüşlerini çok daha iyi ifade eden tezleri genç Apocular tarafından çok iyi bilinmektedir. Bu alıntıyı yapmamın sebebine gelince:
Şu sıralar bir takım yeni yetme “ateistlerle”, onların arasına sızan devlet ajanları sosyal medyada Kur’an’a karşı abuk sabuk sataşmalarda bulunuyorlar. Bunlardan en güncel olanı, “Kur’an insanın 7 bin yıl önce yaratıldığını yazıyor, ama Göbekli Tepe kazıları insanın 10 bin yıl önce yaşadığını gösteriyor” gülünç iddiasıdır. Kur’an’ın lafzını sözüm ona “bilimsel olgularla” çürütmek bilimden de dinden de hiçbir şey anlamamaktır. Buna karşılık Kur’an’ın lafzını sözüm ona bilimsel bulgularla ispat etmeye kalkışmak da aynı kapıya çıkar. Dini bilimle çürütmek de, dini bilimle ispatlamak da tek kelimeyle gülünçtür.
Birbirine din konusunda iki karşıt görüşün sıradan sahipleri, şu sıralar bu konularda çok konuşan Kemalist Özdemir İnce’yle, ne idüğü belirsiz Talat Atilla adında bir köşebazdır.
Özdemir İnce Kur’an’ın lafızlarını, örneğin yaradılış konusunda “bilimsel” keşifler ve buluşlarla boş yere çürütürken, Talat Atilla da Kur’an’ın lafızlarının “bilimsel” olduğunu ayetlerle aklınca ispat etmekte. Ayrıntıya girmeyeceğim. Bu konudaki görüşümü yazacağım.
Bütün dinlerin lafızları, ortaya çıktıkları dönemin bilimsel, sosyal ve kültürel gerçekliği ile sınırlıyken, manaları, büyük ölçüde evrenseldir. Bir bakıma dinler eşitsizliğe, adaletsizliğe, zorbalığa karşı “ahlaki-politik toplum” kurallarını va’z ederler. Dinlerin içeriği insanlık adına bir tür “kurtuluş teolojisinin” manifestolarıdır. İnsanlık vicdansız dünyada acı çekmektedir. İnsanlık dinde acılarını dindirecek ilacı bulmuştur. Dinler aynı zamanda da nasıl bir dünya olmalı sorusuna özgür, eşitlikçi, adaletli olmalıdır demiştir.
Dinleri inanç meselesi olarak benimseyenlerle, dinleri inanç konusu olarak değil, insanlığın bugün bile kuvvetle var olan zengin bir kültür hazinesi olarak görenler de aynı kurtuluş ideallerini savunurlar.
Dinleri va’z eden peygamberler, dönemlerinin devrimcileridir. Zulme, eşitsizliğe isyan etmişlerdir. Va’z ettikleri dinlerin lafzını da, o dönemlerinin bilgileri, sosyal ve kültürel gerçeklikleri temelinde dile getirmişlerdir. Örneğin Kur’an’da dünyanın sabit ve güneşin dünya etrafında döndüğüne dair ifadeler, o dönemin astronomi bilimiyle uyumludur. İlk insanın yaradılışı da Evrim Teorisi’nden asırlar önceki biyolojiye dayanır.
Materyalist anlayış dinlerin lafzıyla manası arasındaki ilişkiyi bilimsel açıdan böyle çözer. Bilimler dinlerin lafzını aşarken, manasını ise doğrulamışlar, kurtuluşun eşitlikçi, adaletli, komünal dayanışmacı bir düzende olduğunu, kapitalizmin uşaklığını yapanlar dışında ilan etmişlerdir.
Elbette materyalizmin bu anlayışı soruna inanç açısından bakan dindarları tatmin etmez. Onlar mesela Kur’an’ın manasının da lafzının da Allah’ın sözü olduğuna inanırlar. O nedenle İslam felsefesinde bu konu önemli tartışmalara neden olmuştur. Lafzın izafi, mananın esas olduğunu savunan filozoflar gibi, bunu dinin inkarı sayan filozoflar da vardır. İslami açıdan sorunun çözümü lafzın izafiliğini savunanlar için, sanılandan da kolaydır. Onlar lafzı inkar etmemekte, lafzın da Allah’a ait olduğunu şu şekilde savunmaktadırlar: Allah Sümerlerden İslam toplumlarına kadar peygamberlere, lafız olarak, onların o günkü sınırlı bilgileriyle uyumlu sözler indirmiştir. Eğer “her şeyi bilen Allah” bütün bildiklerini yeryüzündeki elçilerine olduğu gibi indirseydi, peygamberlerin “akıl terazisi o bilgilerin sıkletini çekemezdi.” Hepsi Allah’ın kulu ve birer insan olan Peygamberler ne Allah’ın bildiklerini bilebilir, ne de Allah onlara bilgilerinin tümünü verdiğinde, bu bilgileri anlayabilirdi. Kopernik de, Darwin de, Einstein da Allah’ın kullarıdır ve Allah onların bildiklerini ve henüz bilimlerin bilmediklerini bilendir. Bu İslam’ın temel tezlerine dayanan ve onların lafızla mana arasındaki ilişkiyi bilimle dini karşıya karşıya getirmeden kurmalarına imkan veren bir yaklaşımdır.
Böyle bir anlayış inanışla çelişmez. Bugün bilimlerle aşılan dinlerin lafzını, dindarlar onun manasını kavramaya hizmet eden değerli tasvirler, izahlar olarak takdis etmeye devam edebilirler.
Diyalektik materyalizm yanlıları ise bütün dini efsane ve kitapları, örneğin Yunan antik efsanelerini nasıl büyük bir kültürel miras olarak görüyorlar ve bugün hala derin bir estetik zevkle okuyorlarsa, Ahd-i Atik’i, Ahdi-Cedidi ve Kur’an’ın lafızlarını da aynı şekilde okurlar. Ve okurken onların aklına ne göklerden evreni yöneten insan suretli Zeus’ü, ne Kızıldeniz’i asasıyla yaran Musa’yı, ölüyü dirilten İsa’yı ve Muhammed’in Allah’la iletişimini bilim adına eleştirmek ve çürütmek gibi abes bir düşüncenin zerresi gelmez.
Bunları yazarken Fransız devrimcilerinin kiliseleri yağmaladığını, Sovyet devrimcilerinin Moskova’nın neredeyse bütün Hıristiyanlıkla ilgili binalarını havaya uçurduklarını, “ateizmi” neredeyse devlet dini haline getirdiklerini unutmuyorum. Bunlara vaktiyle solcuların Alevi Pirlerini, Dedelerini köylerden kovduğunu, şu zamanlarda ise provokatörlerin şurada burada Kur’an yaktıklarını da eklemeliyim.
Öcalan dini anlamak yerine ateist inkarcılığa yönelenleri eleştirerek, Hz. Muhammed’in Medine Sözleşmesi’ndeki orada yaşayan her inançtan insanı “ümmet” diyerek birleştiren yaklaşımından “demokratik ulus” kavramına varmıştır ve bu da dinlerle barışık demokratik laisizme yol açmıştır.
Hep üçüncü yol diyoruz ya, bu konuda da üçüncü yol ne dogmatik İslamcının İslami devletçiliği, ne de dogmatik Kemalistin devlet laikçiliğidir. Apocu dine yaklaşım dinin özüne yönelen üçüncü yoldur. Ve bilelim ki İsa’nın Hıristiyanlığı da, Muhammed’in İslamiyeti de Allahlı ancak devletsiz dinlerdi. Bu iki dini bozan ise Roma ve Emevi devletleri oldu. Onlar inancı insan ruhundan çaldılar, devletin “Anayasası” yaptılar. Bu “anayasa” da ruhu gasp edilmiş insanlığı köleleştirdi. Dinleri devletten kurtarmak, onu inanan insanlara geri vermek, dinler, mezhepler, inananlar ve inanmayanlar arasında barışı tesis etmek, insanlığı dinlerin evrensel manasında birleştirmek, beş bin yıllık erkek egemen toplumların bağrından çıkan dinlerin evrensel eşitlik anlayışını kadın özgürlüğüyle gerçek amacına uygun hale getirmek, dinsel saf ve masum inançları kapitalist modernitenin çarkları arasında tanınmaz birer meta haline getiren mülkiyetçi-devletçi sistemden özgürleştirmek, onları inanalım veya inanmayalım, insanlığın biz yaşayanlara bıraktığı en büyük kültürel miras olarak sistemin yok edici, çarpıtıcı etkilerinden korumak, halkların inancına saygılı olan devrimcilerin programıdır.
İşte karşı çıktığımız “din” peygamberlerin dini değil, bu iktidarcı devlet ve mülkiyetçi sistemin dinidir. Halkımız ne demiş? “Paranın ne dini, ne kitabı, ne de Allah’ı” vardır. Biz buna şunu ekleriz: Banknotun üstündeki rakam, yalnız ekmeği yaratana ekmeğin fiyatını gösteren rakam değil, satın alınacak ahlakın fiyatıdır.
Paranın, doların, avronun, liranın imparatorluğuna son vermek, ahlaki-politik toplumun, kadın özgürlükçü, ekolojik, komünal sosyalist konfederal devrimin en mukaddes amacıdır.