Ne Türkiye nevi şahsına münhasır bir ülke ne de Erdoğan’ın on yıllar boyunca adım adım oluşturduğu şahsi otoriter sistem, eşi benzeri olmayan bir olgu. Brezilya’da neo-faşist Bolsonaro’nun başkan seçilmesi ve ardından ABD’de gerçekleşen ara seçimlerde Trump’ın umulan yenilgiyi almaması, hepimizi otoriter rejimlere meyyal bir sağ popülist rüzgârın küresel hegemonyası altında yaşıyor olduğumuz gerçeği ile yüzleşmeye çağırıyor. Rusya’da Putin, ABD’de Trump, Türkiye’de Erdoğan, Macaristan’da Orban derken Brezilya da kervana katılmış oldu. Başkan Bolsonaro’nun korkunç vaatleri, ülkesinde ırkçı, kadın düşmanı ve homofobik bir ideoloji altında işkence ve yargısız infazları yasalaştıracak bir “rejim değişikliği” gerçekleştirmenin ötesinde, yağmur ormanlarını ortadan kaldırarak küresel bir ekolojik felakete yol açma tehlikesi de içeriyor. Vaatler icraata dönüştükçe Brezilya üzerine çok konuşulacak. Bugün için ise siyaset, iktisat ve sosyoloji alanında çalışan bilim insanlarının önünde acil bir görev duruyor: Bu yeni otoriter oluşumları ortaya çıkaran yerel, bölgesel ve küresel koşullar ile birlikte bu rejimleri ortaklaştıran ya da birbirinden ayrıştıran özgün yapısal nitelikleri belirlemek.
Böyle bir tartışmaya girizgâh olması umuduyla, “yeni dünya düzeni” üzerine çok bilinen tarih anlatısının düşünsel boyutuna eleştirel bir bakış ile başlanabilir. 1990’lardan bu güne küresel ölçekte hegemonyası hissedilen neoliberal ve neo-muhafazakar düşünceye iki tez damgasını vurdu: “Tarihin Sonu”(Francis Fukuyama) ve “Medeniyetler Çatışması”(Samuel Huntington). “Sağ Hegelci” bir tarih felsefesi çerçevesinde düşünen Fukuyama, 1992 yılında öne sürdüğü “tarihin sonu”tezinde, Sovyet sisteminin yıkılarak soğuk savaşın sonlanmasıyla birlikte, insanlığın sosyo-kültürel evriminin son aşamaya ulaştığını savunuyordu. Kapitalist ekonomi ve liberal demokrasi, insan türünün ulaşabileceği son ve ideal “ütopya” idi: “Tanıklık ediyor olabileceğimiz şey… insanlığın ideolojik evriminin son noktası ve insan yönetiminin en son biçimi olan Batı liberalizminin evrenselleştirilmesidir.”
Huntington ise, 1988 yılında yazdığı kitabında, yirminci yüzyılın jeopolitik tarihini belirleyen iki süper gücün egemenliği altındaki iki siyasal/ideolojik kamp arasındaki çatışmanın sonlanmasıyla birlikte ülkeler arasında yaşanacak çatışmaların giderek daha fazla kültürel ağırlık kazanacağını öne sürdü. Huntington’un kehanetini doğrulayan verilerden biri, siyasal İslam’ın yükselişi ve 1990’lı yıllardan günümüze kadar Batı ile yalnızca kültürel düzeyde değil askeri olarak da çatışan başlıca güç niteliği kazanması ise, bir diğeri de Çin’in ekonomik yükselişine paralel olarak biçimlenen yeni bir Asya merkezli blok (Şanghay Beşlisi, bu oluşumun kurumsal yansımalarından biridir) ile ABD arasında adım adım kızışan “ticaret savaşları” olmalı.
Huntington, tezlerinin doğrulanıyor oluşu nedeniyle keyifli olsa da Fukuyama’nın yakın zamanda “günah çıkardığını” öğrenmiş bulunuyoruz. Marx’ın “çalışan kitlelerin yoksullaşacağı bir aşırı üretim krizi” öngörüsünde haklı olduğunu belirtiyor. Bu nedenle de sosyalizmin geri gelmesi gerektiğini söylüyor. Ancak Fukuyama sosyalizmden esas olarak piyasaların devlet müdahalesiyle kontrol edildiği Çin modeli devlet kapitalizmini anlıyor. Aslında Fukuyama’nın “Tarihin Sonu”tezi kadar “Sosyalizmin gerekliliği” tezinin de, ifade edildikleri tarihsel moment dışında hiçbir özgün yanı yok. 19.Yüzyıl’ın ortalarından itibaren Sağ Hegelci felsefe, 20.Yüzyıl’da ise Max Weber ve Joseph Schumpeter bu tezleri formüle etmiş bulunuyorlardı.
Küresel siyasete yön veren bu jeopolitik düşünsel çerçeve ve içeriğin eleştirisi üzerinden dünyanın yeni düzeni ve bu düzenin ideolojik boyutu üzerine yürütülecek tartışma içinde başta sözü edilen ve Türkiye’yi de içeren otoriter rejimlere geçiş eğilimi, bir miktar anlaşılır kılınabilir. Böyle bir tartışma içinde, söz konusu eğilimin iktidara taşıdığı yönetimlerin hepsinin “demokratik” seçim sonuçlarını yani “genel toplumsal irade”yi temsil ettikleri varsayımı önemli. Bu soruşturmanın bundan sonraki bölümleri, liberal kapitalist düzende seçim ve siyasal temsil mekanizmalarının sorunlarını “şimdilik” kaydıyla paranteze alarak yirminci yüzyıl başlarında gelecek üzerine üretilmiş iki zıt “distopyanın” güncel geçerliliği üzerinden sürecek: “Cesur Yeni Dünya”(Aldous Huxley) ve “1984”(George Orwell).