Türk aydını devleti içselleştirmiştir, iç dünyaları devletlerinden mürekkeptir; eserleri devletlerini korumak üzerinedir, devletlerinin dili, dini ve bayrağı en yüce değerdir. Desem ki Suriye’de zeytin ağaçlarının kökleri sökülürken sesi çıkmayan, sizler, kan ve göç de sizin yüzünüzden. Kim bağışlayacak sizi…
Müslüm Yücel
80’li yılların sonlarına doğru Türkiye’de bir “aydın” tartışması vardı; Aziz Nesin ve Yalçın Küçük bu tartışmanın başını çekiyorlardı. İkisinin de aydınla ilgili kitapları yayımlandı: Nesin, “Ah Biz Ödlek Aydınlar” (1985); Küçük, “Aydın Üzerine Tezler” (1984). Bu tarihte “Aydın, yarı aydın, kendimi bir aydın olarak görüyorum, bir Türk aydını olarak, aydın olmaya çalışan biri” gibi ifadeler de dolaşıma girmişti. Marksizm’den söz edilmiyordu. Uğur Mumcu, “Eski bir Marksist olarak” diye başlayan konuşmalar yapıyordu. Ne de olsa darbe olmuştu. Bu arada Milan Kundera’nın “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” (1986) yayımlandı. O zaman altını çizdiğim bir cümle vardı: “Her şeyini kaybettiğini anladığında bir günah keçisi aramaya girişti.” Türkiye’de de her bir şeyde bir günah keçisi aranıyor ve bu günah keçisi de öteki oluyor; Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Nazım Hikmet, Cemil Meriç vb. sürekli bir düşman duygusuyla yaşıyor, buna da batılılaşma adını veriyorlar. Osmanlı/ Türkiye hiçbir zaman Batılı bir toplum, bir devlet olmadı; Türkler Asya-tikti, öyle kaldılar; batılılaşma ise bir gerilim noktası olmaktan ileri gitmedi; bir yanda Batı dedikleri, rakipti; diğer yandan bu rakip, bir düşman, daha ilerisi, özenilen bir modeldi! Buradan bir aydın çıkamazdı. Aydın diye forma giyilip sahaya sürülen kimseler de acınası kimselerdi; sağ, sol diye ayrılmaları bile giydirilen formaya uygun adam arayışıydı.
Tek özellikleri vardı, yaltaklanma. Psikoterapist Pete Walker, bu tipleri “başkalarının istek, ihtiyaç ve talepleri üzerinde güvenlik ararlar” diye tanımlıyor: Bunlar bir ilişkiye girmenin bedelinin tüm ihtiyaçlarının, haklarının, tercihlerinin, sınırlarının kaybedilmesi olduğuna bilinçsizce inanıyormuş gibi davranıyorlar. Bir süre sonra da öz değer, öz saygı duygusuna maruz kalıyor ve zincirleme bir etkiyle diğer başa çıkma davranışlarına yönlenebiliyorlar. Bu narsistlerin işine yarıyor. Narsistler yaltaklanma eğilimi olan kişilerin değer yoksunluğunu kolaylıkla istismar edebiliyorlar. Yaltaklanma sızlanmaya ve sayıklamaya dönünce, kişi/ yazar kendini büyülüyor. Cumhuriyet’in birinci kuşağı sürekli bir yaltaklanma içinde. Mustafa Kemal bunu fark etmiş olmalı, yurtdışına felsefe öğrensinler diye öğrenciler gönderiyor.
Hilmi Ziya Ülken, Mustafa Kemal tarafından Almanya’ya ilk gönderilenlerden: Yazdığı kitap şu: Ahlak İnsani Vatanperverlik, Türk Düşünce Tarihi, Türk Filozofları Ansiklopedisi! Ülken’in değer verdiğim, “belki bir şey vardır” diye baktığım Varlık ve Oluş, İbni Haldun, Şeytan gibi çalışmaları da vardır ama bu kitap da eni sonu Türk devletinin kutluluğuna ve hiçbir felsefesi olmayan İslam’a dökülüyor. İkinci sırada Macit Gökberk yer alıyor; çalışkan bir adam, dile önem veriyor; Türkçe’yi kullanmada usta, felsefe tarihi gibi bir çalışma yapıyor ama geldiği yer hazin: “Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk’tür.” Kadın filozof da var: Mübahat Küyel, felsefe dışında her şeyle ilgileniyor; derdi şu: Türk düşüncesini Sümer ve Mezopotamya’yla ilişkilendirmek, namlı eseri: Türk Tefekkür Tarihi! Elbette çırpınan birileri de var; Hekimhanlı Takiyettin Mengüşoğlu, İoanna Kuçuradi. İkisi de şiirden, metafizikten, insandan yola çıkarak eserler veriyor, bir içleri var: Devletten ve devletin ileri gelenlerinden değil. Kuçuradi, insandan yola çıkıyor, “kendi başına varlık olarak devlet” anlayışının “korunacak bir varlık olarak devlet” anlayışını ve buradan legal terörizmin kavramlaştırıldığını ifade ediyor. Yani ben devlet için değilim, devlet benim içim, iç dünyam değildir, devlet benim içindir. Türk aydını devleti içselleştirmiştir, iç dünyaları devletlerinden mürekkeptir; eserleri devletlerini korumak üzerinedir, devletlerinin dili, dini ve bayrağı en yüce değerdir.
Sağ ve sol
Türkiye’nin sağında da solunda da eleştirmen yoktur. Cemil Meriç, Nazım Hikmet’i şöyle değerlendiriyor: “Marksizm sert bir içki gibi başına vurmuştu.” Bu bir eleştiri midir, meyhane muhabbeti midir? Devam ediyor Meriç, her cümlede Batı’yı bildiğini, sindirdiğini söylüyor: “Nazım’ın, Resimli Ay’daki Putlara Deviriyoruz tefrikasını karalamak için şairane kabiliyet, Batı estetiği ile bir miktar yatıp kalkmak yeter de artardı.” Batı edebiyatıyla yatıp kalkmak ne demektir? Laf kalabalığı, maçoluk, kibir tavan yapıyor. Meriç, Nurullah Ataç için de şunları söylüyor: “Her değere düşmandı. Tırnaklarını kemirmekten ve liyakatsiz bir takım oğlanlara dalkavukluk yapmaktan başka marifeti yoktu.” Ne demek “oğlanlara dalkavukluk yapmak?”
Türk aydını felaketleri hikâyesine fon haline getirir. Erzurum’da deprem oluyor. Mustafa Kemal, Trabzon’dan Erzurum’a zor atıyor kendini. Tanpınar, Kemal’e yanaşıyor, derdi tayindir, terfidir, yurtdışında eğitimdir. Tanpınar’ın tayini oluyor, yıllar sonra yurtdışına da gidiyor. Döndüğünde Hasan Saka ölüyor. İsmet İnönü, cenaze törenine katılacak. Herkes ona ulaşmak için birbirini eziyor, Paşa’nın eli öpülecek; Tanpınar kalabalığa ameliyatlı olduğunu söylüyor, eğer ulaşmazsa dikişleri atacaktır. Dudakları, İnönü’nün eline giderken vücudu titriyor. İnönü’nün elini öpüyor, kulağına bir şeyler fısıldıyor, yaltaklanıyor.
Tanpınar kıskançtır. Yaşar Kemal’in İnce Memed’i çevrilince küplere biniyor, “İnce Memed tercüme ediliyor, Huzur okunmuyor.”
Tanpınar, edebiyatla ilgili çok makale yazmasına rağmen edebiyatı bilmiyor: İnce Memed başka, Huzur başka bir şeydir. İnce Memed, Yaşar Kemal’in deyimiyle bir epopedir. Huzur ise kinle yazılmıştır, teknik olarak da taklittir (Ulysses, Mrs. Daloway). Özetle kin Mümtaz’ın babasının Rumlar tarafından öldürmesidir. Konu: Mümtaz, Vapurda Nuran’ı görüyor, âşık oluyor, Suad’ta Nuran’a âşık, iki arkadaş aynı kıza âşık, sonuç: Suad, intihar ediyor. Bildiri! Türk olmayan kadınlar vamptır! Nuran’ın eşi Fahir, Romanyalı biriyle eşini aldatmıştır! Aldatan, Türk olmaz. Nuran’ın bir yanı İttihatçılara, bir yanı Mevlevi Cemaatine dayanır. Sahnenin Dışındakiler’de de azınlıklar yine belden aşağı vurulur: “İstanbul, Beyaz Rusların akınına uğramış (…) “Rus kadınları fahişeliğe soyunmuş (…) Beyoğlu’nda “fuhuş yuvaları” artmıştır: Tepebaşı’nda bir lokanta vardır, burayı “Rus muhacirleri doldurmuştur” müşteriler de “Birkaç Rum ve Ermeni bezirgânlardır.” Kahramanın üzüldüğü, Türk mirasyedilerle aynı sofrada bulunmalarıdır. Bir de hayıflanır, “Bunların çoğu geleli bir sene” olmamıştır, hepsi şimdi evlere yerleşmişlerdir. Tanpınar’ın tavrı, savaştan dolayı gelen ve her gün TV’lerde konuşan Türk aydınlarını hatırlatıyor; ağızlarından Suriyeliler düşmez.
Dostoyevski’nin sorusu
Türk olmayanlar, Türkiye’nin aydın bilincinde; erkekler korkak, hain; kadınlar ise demeye gerek yok, kancıktır. Başka halkların kadınları bir Türk erkeğine gönül verirse, erkek olurlar; erkekler de sünnet olup namaz kılmak zorundadır: Halide Edip’in Pelegrini (Sinekli Bakkal); adlı İtalyan kahramanı sünnet olur, adını Osman yapar, namaz kılar, Rabia onu öyle döşeğine alır. Halikarnas Balıkçısı’nın bir Türk ve Müslüman olmayan kadın kahramanı kiliseye gider, mum yakar, yalvarır, “Tanrım” der, bir Türk’le beni evlendir. Sait Faik, bunu okuyunca kalbi yanıyordur.
Kundera’dan devraldığımı Castillo üzerinden sürdürecek olursam. Bunu Şengal işgal edilip Yezidiler yola düşerken de dile getirmiştim: Rus tankları, Prag’a girdiklerinde Castillo’nun sorumlu tuttuğu bir tek kişi Dostoyevski’dir. Dostoyevski bir ülkeye, her kitabı Castillo’nun gittiği bir kentte döner; ilk şehir Beyaz Geceler’dir; bir baba çocuğunu boğazlıyor, gözyaşları Dostoyevski’ye aittir: Nastenka, güvercinim benim! Boğazlanma Ölü Evinden Hatıralar’da da sürüyor, küçük kızların ırzına geçilir, kızlar kötülüğe karşı canlarına kıymak zorunda kalıyor. Castillo, Dostoyevski’nin Uysal Kız’daki Lukerya’nın bir ikonayı göğsüne bastırıp kendini aşağı atmasına sayfalar harcıyor. Rusya’nın, Prag’ı işgal etmesine geliyor, tankçıya uzanıyor; tankçı, Prag’da başkaldıran kimselere ateş açarken ağlıyor. Bu asker Dostoyevski’dir. Çünkü Dostoyevski, “Bir fahişeye, soluk yüzlü soğuktan titreyen bir çocuğa” rastladığında, cebinde kalan son kopekleri veren, hıçkırıklara boğulan, önlerinde diz çöküp, yüzünü de yere eğendir. Ama bütün bunlara rağmen Castillo’nun sorusu şudur: Kim bağışlayacak bizi? Türk aydınını kim bağışlayacak?
Kim bağışlayacak sizi?
Bana göre yüz yıldır başımıza gelen bütün belaların adresi, Nazım Hikmet’tir. Halit Ziya Uşaklıgil desem omurgası, evladıyla kırılmış bir adamdır; oğlu, Mustafa Kemal’in hediye ettiği tabancayla intihar eder, yer nehir kıyısıdır, uzun bir hikâyesi vardır.
Nazım, Dostoyevski’nin emsali değildir ama edebiyatçısı az olan Türkiye’de numunedir; siyasetten de MHP- CHP’de karşılık bulur. Türkeş, Nazım’ın Türk hegemonyasını ve aynı zamanda tragedyasını anlatan bir şiirini okumuş hayli eleştiri de almıştır. Şiir, Türklerin bir arkeolojisinin olmadığını ve tarihinin de Uzak Asya’dan başladığını söylüyor. Başkasının toprağında devlet olmak, askeri bir maharettir, gideceği yerin olmaması acıdır: Osman Bey, amcası Dündar’ı öldürüyor. Soranlara, “Rumlarla işbirliği yaptı” diyor; I.’inci Murat, oğlunu ve iki kardeşini, II. Murat, iki kardeşini, Yavuz, sekiz kardeşini, Kanuni oğlunu; III. Murat, altı kardeşini öldürüyor. Biri daha var, kundaktaki kardeşi yeni emzirilmiş, boğazını sıkıyor, bebeğin burnundan süt geliyor. Buna tarih ve devlet deniliyor; halk ve aydın, bunları övüyor. Şairler, sultana övgüler diziyor, para alıyor. Halk, idam sonrası “padişahım çok yaşa” diyor. Kim bu bebek katili?
Nazım, bu tarihin çırpındığı bir zaman diliminde doğuyor; 1915’te Yahya Kemal’in talebesi oluyor, aynı yıl İstanbul’da Ermeni ileri gelenleri asılıyor; şiirleri de dergilerde yayımlanıyor; 1925’te Türkiye’den kaçıyor, Fransa’da Henrry Barbusse’ın çıkardığı “Clarte” adlı dergide bir şiiri yayımlanıyor. Bu şiirin bir kahramanı var, Piyer Loti; kimine göre oryantalisttir. Nazım, onun için şunları söylüyor: “Maddeden ayrı bir ruha inansaydım eğer, şarkın kurulduğu gün, senin ruhunu, köprübaşında çarmıha gerer, karşında cıgara içerdim.” Bu bir şiir değildir? Bu linçin, katliamların ayak sesidir ve bunu sıradan bir insan söylemiyor, şair söylüyor. Bununla linç meşru hal alıyor. Bir “şairin” bir insanı çarmıha germesi, karşısına geçip cıgara içmesi bir derinlikte vermiyor şiire; kabalığa amigoluk yapıyor, dahası bu, sadizmdir! Bu bana işkence yapan gardiyan ve polislerin bir yanda kaset dinleyip, sigara içmelerini andırıyor; kül tablası da etimdi. Nazım, linçi milli reflekstir, buradan 6/7 Eylül’ün ayak sesleri geliyor. Başka yerde Nazım, “Karıştı Madrid opospularının kanı kanımıza” diyor. “Aşksız evliliği fuhuş olarak” gören Marksizm’den böylesi bir şair çıkmamalı. Dahası bir şair bunu dediği an, ırza geçme bir hak sayılır. Şairin iç dünyasındaki “kanı kanımıza” demesi trajiktir. Yoldaşlarımızla kanımız birbirine karışır. Bu şiirin bugünki karşılığı: Kayseri’de bir kıza tecavüz edildiği iddiasıyla halk sokağa çıktı, 2024, Temmuz: Emniyet Müdürü olayları yatıştırıyor: “Tecavüze uğrayan kız Türk değildir.” Suriyelileri anlatan günümüz yazarlarının tavrı da müdürden eksik değildir hani: Ahmet Ümit adlı yazarın “Kırlangıç Çığlığı” adlı “kitabının” kahramanı Medeni adlı bir Suriyelidir; bu adam eşiyle Fahhar adlı bir çocuğun böbreğini mafyaya satar! Türkiye’deki organ mafyasıyla Suriye bağlantısı tuhaftır: Böbrek mafyası Suriyelidir, öyle mi? Suriyeliler, çocukların böbreklerini satar! Desem ki Suriye’de zeytin ağaçlarının kökleri sökülürken sesi çıkmayan, sizler, kan ve göç de sizin yüzünüzden. Kim bağışlayacak sizi.
‘Milli’ aydınlar…
Türk aydını seyirci kalır, harekete geçtiği yer, izin verildiği kadardır. Ötekine karşı, iç sesi, iç dünyası yoktur, milli refleksleri vardır. Memleketimden İnsan Manzaraları’nda Ermeniler kurnazdır: “Türklere benzemezler.” Azınlıkların “Kiyef” kapısıyla anılır, pansiyonerlerdir. Nazım dil yasağına da karşı değildir: “Eskiden İstanbul’da, Beyoğlu’nda gavur dükkancılar/ Frenkçe de yazarlardı levhalarına/ Bak şimdi, yasak ettiler bunu, iyi oldu/ Türkçe yazmalı, Türkün ekmeğini yiyenler…” Son mısraı biliriz, son mısra devlet-mafya merkezli dizi filmlerde kullanıldı; Osman Sınav’ın kahramanı, esir aldığı bir Kürde şunu söyler: “Türkün ekmeğini yiyenler, ekmeği yediği yerden kurşunu yerler.” Böyle diyor ama Kürtler ekmeği yediği yerden kurşunu hazmedemedikleri için hapisteler şimdi.
Nazım, 13 yıl hapis yatmıştır, çoğu şiirini de yaltaklanma aracı yapmıştır.
Kurtuluş Savaşı Destanı’nı affa dönüştürür, İnönü’ye ulaşmaya çalışır, bir fotoğrafını bile ister dayısından, Nutuk’u esas alır, buradan epey mısra da alır; Nutuk’un iyi dediklerine iyi, kötü dediklerine kötü der. “Vatan hainliğinden” aklanmak ister ama şairliğini kaybeder: “İnce uzun bacakları üstünde yaylanarak/ ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak/ Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı.” Bu şiir değildir, kul olmanın, belgesidir: Yaylanmak, kaymak, atlamak hareket bildiren fiillerdir, oluş ve kılıştırlar: Karanlıkta akan zaten yıldızdır, doğrusu, karanlıkta yıldız gibi olmalıdır. Nasıl yaltaklanacağını bilmemek de acıdır; bazen “Sarışın kurt”, bazen, “mavi gözlü başkumandan” diyor. Mübalağa elbette, hoştur, yoksa yıldız gibi kayan, kurt gibi bakan, tepeden bir tepeye atlayan birini, sanat olmasa anlayamayız!
Nazım, yaltaklanmayı sever; Ahmet Hamdi Tanpınar ve iki de bir Adnan Menderes’ten para isteyen Necip Fazıl’dan eksik kalmaz. Nazım, Menderes’e kinlenir. Menderes’le ilgili yazdığı şiirler, Piyer Loti’ye yazdığı linç şiiri gibidir: “Diyetimi istiyorum, Adnan Bey, göze göz, ele el, bacağa bacak/ Diyetimi istiyorum, alacağım da.” Diyet alınır, darbe olur, darbeci subaylar, katkı olsun diye eşlerinin yüzüklerini askere bağışlar, Nazım da bu haberi alır, kimine göre o da yüzüğünü gönderir. Nazım, liderleri ya över ya da yaltaklanır. Stalin’i göğe çıkartır, hatta Stalin’le görüşmek ister, ölünce, “bundan sonra nasıl yaşayacağız” der, üzülür, övgü dolu şiirler yazar, seneler geçince, zamanın iktidarı Stalin’i eleştirir, o da Stalin’i eleştirir, modaya uyar: “Yok oldu bir sabah/ Yok oldu çizmesi meydanlardan/ Gölgesi ağaçlarımızın üstünden/ Çorbamızdan bıyığı/ Odalarımızdan gözleri…”
Nazım’ın siyasal duruşu sorunludur. Marksizm’le kurduğu ilişki hamdır, geniş bir okuması yoktur. En büyük özelliği Marksizm üzerinden benimsediklerini, zamana, zamanın sonrasına benimsetme yeteneğidir. Bugün hala Nazım’dan söz ediyorsak, onun komünist bir şair olması değildir; siyaset ayıklanınca görülen adamdır, hoştur, güzeldir, “Bir Cezaevinde Tecritteki Adamın Mektupları” diye bir şiiri vardır, eşine sesleniyor: “Senin adını/ kol saatimin kayışına tırnağımla kazıdım./ Malum ya, bulunduğum yerde ne sapı sedefli bir çakı var/ ne de başı bulutlarda bir çınar/ Belki avluda bir ağaç bulunur ama/ gökyüzünü başımın üstünde görmek bana yasak/ Burası benden başka kaç insanın evidir? Bilmiyorum/ Ben bir başıma onlardan uzağım, hep birlikte onlar benden uzak/ Bana kendimden başkasıyla konuşmak yasak/ Ben de kendi kendimle konuşuyorum…”
Şimdi Kürtler bir tecridi yaşıyor, oldukça keyfidir ve tecridi edebiyatçılar görmüyor. Nedeni Stendhal’in Parma Manastırı’nda sorduğu soru mudur acaba: “Üstünlük düşüncesi mutluluk adı verilen ve o her zaman çok dayanıksız bitkiyi kurutuvermişti.” Sizler, çocuklarınız bağışlayacak mı sizi.