Antroposen çağı ve insan merkezli düşünce, doğa ve canlılar üzerinde derin etkiler yaratmış, çevresel krizleri tetiklemiştir. Bu krizlerle başa çıkmak için yeni bir ekolojik kavrayış ve sosyalizmin bu kavrayışı içine alarak güncellenmesini, alternatif yaklaşımların düşünülmesini gerektirmektedir
Deniz Bakır
İnsan faaliyetlerinin Dünya üzerindeki etkilerinin ekosistem ve jeolojik süreçler üzerinde belirleyici hale geldiği fikri ve gözlemi bilim insanları arasında Antroposen (İnsan Çağı) çağ tartışmasını doğurdu. Bu yeni jeolojik çağ, sanayi devriminden bu yana hızlanan ve küresel ısınma, biyolojik çeşitlilik kaybı, ormansızlaşma ve kirlilik gibi çevresel krizlerin ortaya çıkmasına neden olan insan faaliyetlerinin sonucudur. John Bellamy Foster’in ‘Antroposen’de Kapitalizm- Ekolojik Yıkım veya Ekolojik Devrim’ adlı eserinde yaptığı “Kapitalist üretim tarzı, doğanın sınırlarını zorlayan ve sürdürülebilir olmayan bir modeldir. Bu model, doğanın bir meta olarak görülmesine yol açar ve ekolojik krizleri derinleştirir” vurgusu Antroposen çağının sistemsel bağlamını vurgular.
Kapitalizm ve çevresel kriz
Kapitalist üretim tarzı insanın yanında doğanın yıkımı ve sömürüsü anlamına gelmektedir. Üretim sistemleri ve teknolojideki gelişmelerin kapitalist temelde ve Antroposen tarzda ele alınması bir yanda insanı doğaya yabancılaştırıp bir çeşit atığa dönüştürürken diğer yanda ise doğada geri dönüşü zor yıkımlara yol açmaktadır. Kapitalist dönemin küçük bir taraması bile bu gerçeği ele vermektedir. Yapılan araştırma ve ölçümlere göre;
– Küresel yüzey sıcaklıkları, sanayi devrimi sonrası dönemde yaklaşık 1.5°C yakın artmıştır. – Atmosferdeki karbondioksit (CO2) seviyeleri, sanayi devrimi öncesi döneme göre %50 artmış ve 2021 itibariyle 419 ppm’ye ulaşmıştır. Bu artışın büyük kısmı fosil yakıt tüketimi ve endüstriyel faaliyetlerden kaynaklanmaktadır.
– Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) 2020 Yaşayan Gezegen Raporu’na göre, 1970 ile 2016 yılları arasında dünya çapında izlenen popülasyonlar ortalama %68 oranında azalmıştır. Bu düşüş, tarım ve sanayi faaliyetlerinin habitatları yok etmesiyle doğrudan bağlantılıdır.
– Bilim insanları, dünyada her gün yaklaşık 150-200 bitki, böcek, kuş ve memeli türünün yok olduğunu tahmin etmektedir. Kapitalist üretim, türlerin yaşam alanlarını tahrip etmekte ve biyolojik çeşitliliği azaltmaktadır.
– Tropikal ormanların yok olma hızı, 1990’dan bu yana %30 oranında artmıştır. 2020’de 12 milyon hektarlık tropikal orman alanı kaybedilmiştir. Kapitalist tarım ve madencilik faaliyetleri, bu tahribatın başlıca nedenlerindendir.
– Denizlerdeki plastik kirliliği, yılda yaklaşık 10 milyon ton’a yakın plastik atığın denizlere karışmasıyla ciddi boyutlara ulaşmıştır.
– Hava kirliliği, her yıl dünya genelinde yaklaşık 7 milyon erken ölüme neden olmaktadır. Sanayi faaliyetleri ve fosil yakıt tüketimi, hava kirliliğinin başlıca kaynaklarıdır.
Sosyalist alternatif
İnsan merkezli düşünce, doğanın insan ihtiyaçları ve çıkarları doğrultusunda şekillendirilmesi gerektiği anlayışına dayanır. Bu bakış açısı, doğanın yalnızca insanın faydasına hizmet eden bir kaynak olarak görülmesine yol açar. Ama buradaki ‘insan’ vurgusunun soyut bir şey olmadığı ve esasta ‘kapitalist’ toplumun görünümü olarak insan olduğu kaçırılmamalıdır.
Immanuel Wallerstein’a göre, kapitalist sistem, sürekli büyüme ve kâr maksimizasyonu peşinde koşarken, doğal kaynakları hızla tüketir ve çevresel yıkımı hızlandırır. Kapitalist dünya ekonomisi, kaynakları sömürerek ve çevresel maliyetleri göz ardı ederek, ekosistemlerin dengesini bozar.
Karl Marx, “Doğanın sömürüsü, kapitalizmin içsel bir gerekliliğidir. Kapitalizm, insanın doğa üzerindeki egemenliğini pekiştirir ve doğayı yalnızca ekonomik değerler üzerinden tanımlar” der. Marx’ın bu tespiti, insan merkezli düşüncenin doğaya ve canlılara olan etkilerini açıklar. Yine Abdullah Öcalan’ın “Kapitalist modernite, doğayı ve toplumu birer nesne olarak ele alır ve bu nesneler üzerinden tahakküm kurar. Ekolojik bir toplum, doğanın ve insanın özgürlüğünü temel alır ve her iki varlık arasındaki dengeyi gözetir” sözleri Marx’ın tespitini ilerleterek sonuçlarına yaklaştırır. Toplum ve doğa ilişkisini yeniden kurmaya dayanan bir yaklaşımın yolunu açar.
Ekolojik sosyalist perspektif, insan ve doğa arasındaki ilişkinin yeniden tanımlanmasını, doğanın sadece bir kaynak olarak değil, insan toplumunun ayrılmaz bir parçası olarak görülmesini savunur. Foster, “Ekolojik sosyalizm, doğanın korunmasını ve toplumsal adaletin sağlanmasını bir arada ele alır. Bu, kapitalizmin ekolojik ve toplumsal tahribatına karşı bir alternatiftir” der. Bu, ekonomik ve toplumsal sistemlerin doğa ile ilişkisi ve uyumu üzerinden değerlendirildiği bir perspektif demektir.
Sonuç olarak, Antroposen çağı ve insan merkezli düşünce, doğa ve canlılar üzerinde derin etkiler yaratmış, çevresel krizleri tetiklemiştir. Bu krizlerle başa çıkmak için yeni bir ekolojik kavrayış ve sosyalizmin bu kavrayışı içine alarak güncellenmesini, alternatif yaklaşımların düşünülmesini gerektirmektedir. Doğa ile uyumlu, adil ve sürdürülebilir bir dünya yaratmak, ancak insan merkezli düşüncenin yerini doğa merkezli bir anlayışın almasıyla mümkün olacaktır. Marx’ın belirttiği gibi, “Doğa ile insan arasındaki ilişki, insanın doğayı nasıl gördüğüne ve onunla nasıl etkileşime geçtiğine bağlıdır.”