Yüzyılı etkileyen üç önemli dava vardır. Üçünde de tecrit ve ada hapishanesi formu vardır; ilki, Dreyfus (1894- 1906); ikincisi, Mandela (1961- 1990) ve üçüncüsü Öcalan Davası’dır (1999- günümüz)… . Öcalan’ı Dreyfus ve Mandela’yla bir arada düşünmemi sağlayan yalnızca temel koşullar (tecrit, hapis, dil, din, ulus, renk, ada vs) değildir, dönüşümlerdir…
Müslüm Yücel
Yüzyılı etkileyen üç önemli dava vardır. Üçünde de tecrit ve ada hapishanesi formu vardır; ilki, Dreyfus (1894- 1906); ikincisi, Mandela (1961- 1990) ve üçüncüsü Öcalan Davası’dır (1999- günümüz). Dreyfus, Avrupa ve Amerika’yı; Mandela, Afrika, Amerika ve Avrupa’yı; Öcalan, Orta Doğu, Avrupa ve Amerika’yı gözler önüne serer. Katliam, soykırım, devrim ve göçler de elbette vardır ama üç dava anahtardır: Dreyfus Davası’nı bir gazeteci olarak izleyen Theodor Herz, Der Judenstaat (Yahudilerin Devleti, 1896) bir kitap yazmıştır. Kitabın adı da ilginçtir. Doğrudan bir Yahudi Devleti söz konusu değildir, diğer yandan Yahudilerin Devleti denilirken, Yahudilerin yaşadığı ülkelerdeki devletle olan ilişkileri ve bu devleti ne kadar, nasıl sahiplenecekleri ifade edilmektedir. Herzl, çözüm önerileri sunmuş, devlet fikriyatını benimsemiş, çaldığı ilk kapı da Osmanlı/ Abdülhamit olmuştur. Mandela Davası’yla ırkçılığa karşı mücadele küreselleşmiştir. Bugüne kadar batı felsefesi, herkese aydınlanma dağıtırken alttan altta ırkçılıktan da uzak durmamıştır; David Hume için “zenciler” beyazlar dışında kalan diğer bütün insan türlerinden doğal olarak aşağıydılar ve beyazlar dışında kimse uygar bir ulusu ortaya çıkarmamıştı; Voltaire, Hegel ve Kant da aynı fikirdeydiler. Mandela Davası ile bu kırıldı. Öcalan’ı Dreyfus ve Mandela’yla bir arada düşünmemi sağlayan yalnızca temel koşullar (tecrit, hapis, dil, din, ulus, renk, ada vs) değildir, dönüşümlerdir ve tecrit yazılarını dikkatle okuyanlar, bu dönüşümleri fark edeceklerdir. Bu üçü için tarihsel, güncel bir hafıza sanatı işler, üçüyle ilgili dikkat çeken bir entelektüel tavır söz konusudur.
Dreyfus Davası
Dreyfus’la başlayalım. Fransız Haber Alma Servisi casusluk faaliyeti olarak düşündüğü bir belgeyi ele geçirir. Konu Genelkurmay’a intikal eder ve yeterli araştırma yapılmadan Dreyfus tutuklanır. Tutuklanmasının altında yatan neden sadece bir belge değildir, bir de yaygın bir antisemitizm vardır. Fransız basını belge olmadan, Yahudi olduğu için Dreyfus’u mahkûm eder. Dreyfus şahsında dava dışında kalan Yahudiler de bundan paylarını alırlar; Eduard Drumont’un sahip olduğu La Libre Parole Gazetesi, Yahudi karşıtı bir kampanya yürütür. Mahkeme sürecinde “adli tıpçı” Alphonse Bertillon, Dreyfus’un yazısını tahlil eder: Kendi başına bir (bilim değil) “ilim” olan (grafoloji) yazıdan karakter çıkarma, burada komediye döner! Bertillon, Dreyfus’a ait olduğu iddia edilen notta çok heceli sözcüklerin kalem vuruşlarındaki bir dizi benzerliği bir araya getirip Dreyfus’un el yazısını sanki başka biri taklit ediyormuş sonucuna varır. Mahkeme bunu kabul eder. Dreyfus’un Almanca bilmesi de buna eklenince, suçlu bulunur ve onur kırıcı bir şekilde rütbeleri sökülür, kılıcı kırılır, Şeytan Adası’na gönderilir. Bütün bu işlemler gösterilerle desteklenir, halkta, “adaletin/ devletin yanındadır” mesajı verilir! Kiliselerde ateşli konuşmalar yapılır, zaten bunlar İsa’yı da ele vermişlerdir!
Şeytan Adası, 1852’den itibaren suçluların getirildiği bir adadır; ada çok yağışlı, nemli ve bataklıktır, “sağlık adası” olarak bilinir ama kast edilen sağlıkta bir ironi vardır: Bir dönem, buraya cüzamlılar getirilmiştir ve böylece, ada, başkasının sağlığı gibi bir anlama gelmiştir. Şeytan Adası’ndan kaçış imkânsızdır, gelen mahkûmlara yapılmadık eziyet kalmaz; ağır çalışma koşulları, işkenceler yüzünden mahkûmlar bir yıla kalmaz ölür. Mahkûmlar kaçmaya çalışırsa da başaramazlar, adanın çevresi köpekbalıklarıyla doludur.
Kelebek romanı
Şeytan Adası’yla ilgili bildiğimiz ilk anlatı/ roman Henri Charriere’in (1906- 1973) yazdığı Kelebek’tir (1969); bu roman (1973) Franklin V. Schaffner tarafından filme alındı. Roman, Charriere’in hayat hikâyesidir; kendisi işlemediği bir cinayet suçundan bu adada kaldı, 13 yıl boyunca kaçmayı planladı, başardı, daha sonra bu kaçış hikâyesini yazdı. Kelebek’te suçsuz yere mahkûm olan kahramanlarımız (filmde, Steve McQueen ve Dustin Hofman) Cüzamlılar Adası’ndan hindistancevizinden yaptıkları salla kurtulurlar. Filmin repliklerinden biri şudur: “Sizi gidi pislikler ben hala buradayım.” Yani, ben kurtuldum ama hala burada birileri vardır ve özgür değillerdir kimse mesajı verilir. Romanın zamanında ve öncesinde, uygulamalar hiç değişmemiştir: Verilen işi yapmayan mahkûmlar yatağa zincirlenir; ağır bir tecrit uygulanır, mahkûmlar, altı ay karanlık bir hücrede tutulur; amaç, göz ve kulakların hasar görmesidir. Bu yüzden mahkûmlar sıkça hastalanır. Yalın ayak çalıştırılan mahkûmlar kışın, kulak iltihabı, bronşit, zatürree, diğer zamanlarda çiçeğe yakalanır; çiçek bulaşıcıdır, bu yüzden mahkûmlar birbirleriyle, doğal olarak mesafelidir ve bu mesafe işkenceye döner, mahkûmlar bir araya getirilerek hastalığa yakalatılır.
Dreyfus, buraya getirildiğinde, cüzamlılar ve diğer mahkûmlar ayrılmış, onun için de özel bir kulübe yapılmıştır. Buradaki görevliler tembihlenmiştir: “Dreyfus’la konuşmak yasaktır.” Bu bir tecrit yöntemidir. Kişi, kendi kendine konuşmaya başlayacaktır. Bunun kişiliğe verdiği zarar vardır; 2/ 7 yaş arasında kendi kendisiyle konuşmak, dili öğrenmektir, yetişkin birinin kendi kendine konuşması, özellikle yer hücreyse keşfin bitmesidir ve burada iktidar şunu amaçlar: Kelimelerini yitir, aklını yitir, kalbini yitir, duvarın dibine bir hayalet yerleştirdim, onunla konuş.
Dünya basını olaya ve adaya yabancı kalmaz. Ahmet Soysal’ın bir incelemesinde dikkat çektiği gibi Türk basınından Hüseyin Cahit, bu tarihte, Dreyfus’u hayal eder, onu “Şeytan Adası’nın yalçın bir kayası üzerinde inleyen bir masum” olarak anlatır. Demek ki o zaman Türkiye’de entelektüeller vardır. Cumhuriyet kurulur, Hüseyin Cahit, Türk-Alman dostluğu için Hitler’in Kavgam’ını çevirir! Demek lazım, Türk entelektüeli dönemseldir.
Zola’nın cesareti
Dreyfus, burada dört yıl kalır, akıl sağlığını korumak için kitap okur, İngilizce çalışır, ayrıca matematikle ilgilenir; herhangi bir yakını, kardeşi ya da eşi ziyaretine gelemez. Eşinin ziyaret başvuruları ret edilir. Dreyfus, burada mektup yazar ama mektuplara yanıt da alamaz; yazılan mektuplar da ona verilmez. Dreyfus, kitaplara (Hannah Arent, Totalitarizmin Kaynakları; Zola, Suçluyorum), filmlere (Subay ve Casus, 2019) konu olmuş, günümüze kadar etkisini sürdürmüştür.
Dreyfus davası sırasında entelektüeller ortaya çıkmıştır: Emile Zola ve Anatole France ilk akla gelenlerdir; ayrıca kimyager Emile Duclaux, tarihçi Gabriel Monad, Ecole kütüphane müdürü Lucien Herr vardır. Bunlar ipi göğüsleyenlerdir. Duruşmalar sırasında en çok dikkat çeken Zola’dır; gazeteci olarak popülerdir ama edebiyat çevreleri onu ciddiye almaz. Söz gelimi Baudelaıre ve Rimbaund’tan sonra Fransız edebiyatının yürüyen tanrısı Mallarme, Zola’yı takip eder, Dreyfus’la ilgili gösterdiği cesareti takdir eder ama Dreyfus yanlıları arasında yer almaz ve Zola’nın romanlarıyla ilgilenmez, edebiyat denilince akla ve aklına şiir gelir. Hatta Zola’nın Germinal’i yayımlandığında Mallarme, bundan roman diye söz etmez: “Dostumuz Zola, bir kitap yazmış” diye dudak büker, küçümsercedir. Zola da bunu bilir. İlk romanından itibaren kendini tek bir temayla sınırlandırır ki bu yozlaşmadır. Siyaset ona göre yozlaşmıştır. Louis Banaparte’yle yozlaşma başlamıştır; sosyal hayat, cinsellik ve sonra doğa yozlaşmıştır ve herkes, bu tarihte sanki Sartre’ın dediği bir kaçış halindedir, kötü niyet almış başını gitmiştir, kişiler kaçamayacağından kaçmıştır, olduğundan kaçmıştır, olacağından kaçmıştır.
Zola, teknik olarak bir bakış açısına sahip değildir, duyguları da öyledir ama fikirleriyle dikkat çeker, yerini belirlemede gecikmez, çoğun haklı olduğu ülkede, azın yanında durur, tavır almada gecikmez; Dreyfus olayında ilk Zola akla gelir; Suçluyorum metnini yazar, bu metin yayımlandığında linç edilir. Ona karşı da sokak eylemleri yapılır: “Yahudilere Ölüm!” Genelkurmay’ın örgütlediği ayaktakımı evinin camlarını indirir, sokağa çıkmasına izin verilmez. Tutuklanır. Arent’in deyimiyle Zola, eğer tutuklanmasa, dışarı çıksa, “mahkeme salonundan canlı çıkmayacaktır.”
Sosyalistlerin tutumu
Çok az bir kesim Zola ve arkadaşlarını destekler. Her zaman seçilen ve bugünki Sosyalist Parti’nin temellerini atan Jean Jaures bile 1898’de yapılan seçimlerde kaybeder ama kayıptan şikâyet etmez: “Yiğitlik gerçeği aramak ve onu haykırmaktır.” Sosyalistlerin işi de haksızlığa karşı çıkmaktır, azınlıkların yanında durmaktır. Jaures bu temelde yazılar yazar. Dreyfus’un yanında yer alır. Dreyfus’un yanında yer almak, Jaures’e göre milliyetçiliğe karşı durmaktır. Yok, eğer sosyalistler, azınlığın yanında durmuyorlarsa, onlar da milliyetçidirler. Oldukça saf bir demokrasi ve sosyalizm söylemedir bu.
Dreyfus olayıyla birlikte ruhsal olarak Fransa ikiye bölünür: Dreyfus yanlıları ve karşıtları. Karşıtlar, Yahudilere tahammül ettiklerini söyler, Yahudilerin, “Sokakta insan, evde Yahudi” olmalarını isterler. Yahudiler de bundan korkar, Arant’ın deyimiyle “Yahudi kalmaya devam” ama “değiştiklerini” söylerler. Nedeni açıktır: Çocuklarının geleceği, ekonomileri ve sosyal hayatları buna bağlıdır. Bundan böyle birer “bilinçli parya” (Bernard Lazare) olurlar.
Yahudiler, dünyaya dağılmışlardır, güçlü bir ekonomileri vardır ama sıkıştıklarında çekip gidecekleri bir devletleri yoktur. Çocuklarını vaftiz edip, dinlerinden vazgeçen Yahudiler vardır ve bunu pişkince yaparlar, böylece, “Yahudi olmak, asimile olmuş Yahudiler arasında basit bir doğum gerçeğine dönüşerek soysuzlaşır” (Arent). Kimileri de İngiltere’ye başbakan olmuş Benjamin Disraeli’yle (1874- 1880) övünür, onun “Alroy” (1830) romanını okuyup bir zamanlar ne kadar büyük erdemlere sahip olduklarını söylerler. Bu anlamda atlatılmaması gereken kişilerden biri Marcel Proust’tur. Pek çok Yahudi aile gibi Proust’un ailesi de ikiye bölünür; annesi (Jeane), kendisi ve kardeşi (Robert) Dreyfus yanlısıdırlar, babaları (Adrien) çocuklarının salahiyeti için olsa gerek aynı yakınlığı göstermez. Proust da çekingendir zaten; Dreyfus için imza verir ama etkinliklere katılmaz. Proust’un anlatısında ise Dreyfus hayalet gibidir. Pek çok karakter Dreyfus yanlısıdır. Guarmantes Prensesi gibi. Ama roman boyunca Dreyfus yanlısı kalan tek kişi Charles Swann’dır, Mahpus’ta ölür (1898), Dreyfus’un özgürlüğünü göremez, onun için görkemli bir cenaze töreni yapılır. Tören hüzünlüdür. Romanın en ilginç karakteri ise Saint Loup’tur. M.de Gurmantes, Saint Loup’un bir zamanlar Dreyfus taraftarı olduğunu öğrendiğinde, kederlenir, öfkelenir, şaşkınlık içine girer, son tahlilde şu karara varır: “Yeğenini kötü yola düşmüş, ıslah oluncaya kadar da ne yaparsa yapsın, şaşırmayacağı bir delikanlı olarak” görür (Sodom). Romanın sonunda ise Saint Loup, bu düşüncede değildir, uslanmıştır. Hatta bu, bir sır olarak saklanır. Nedeni askerdir, “orduda itibarı” söz konusudur!
Proust, Dreyfus olayına anlatısında (önemli olan budur zaten) geniş yer vermesine hatta düğünlerin, cenazelerin, balo ve partilerin bu olay etrafında şekillenmesine rağmen Arent’ı öfkelendirir; sanki Stalin ve Hitler eleştirisi yapan kişi değildir, estetikten yoksun, kimi ifadeler kullanır: “Proust bizi, sadece insanın (Monsenyör de Charlus’un Morel’e duyduğu sapkın tutkuda, Yahudi Swann’ın fahişesine duyduğu yakıcı bağlılıkta ve yazarın romanda rezilliğin kişiselleşmesi olan Albertine’e karşı beslediği umutsuz kıskançlıkta temsil edilen) sevme yeteneğini izleyerek, toplumsal temaslar ve emeller labirentinde dolaştırır” (Totalitarizmin Kaynakları). Oysa!
Proust, zamanın hatırasıyla eserini oluşturuyor ve kimi eleştirmenlere göre de bu hatırlama, “kendi yaşamı için bir savunma” idi. Romanın her paragrafında bir “arayış” metaforu dikkat çeker ve bu tek kelimeyle bir hakikat arayışıdır. Kim bu? Kendisidir. Deleuze’un deyimiyle bu hakikati aramak, yorumlamak ve deşifre etmektir. Proust’un arayışı zamansaldır, hakikat de her zaman, zamanın hakikatidir ve kayıp zamanın hakikati olduğu gibi, yakalanan zamanın da hakikati vardır. Zaman da görünürlük kazanmak için “bedenlerin peşine düşer ve rastladığı her bedeni ele geçirip üzerinde sihirli fenerini oynatır” (Yakalanan Zaman). Ama arayışın sonunda Proust, Dreyfus olayının, sonra da savaşın, her şeyin ötesinde zamanın kendisinin toplumu derin bir şekilde değiştiğini gösterir bize. Bu değişim, Bergsoncu bir sure (sezgi) değildir, ayrılış ve mezara doğru bir yarıştır. Çünkü “uzak bir geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında, insanlar öldükten, nesneler yok olduktan sonra, bir tek, onlardan daha kırılgan ama daha uzun ömürlü, daha maddeden yoksun, daha sürekli, daha sadık olan koku ve tat” devam edecektir (Swannlar). Özetle Fransa’da tecride karşı tutum budur. (İlerde Kürtlerin tecride karşı tutumunda yine buralara dönülecektir.)
Kürt entelektüelleri
Osmanlı’nın entelektüelleri de Dreyfus’a sahip çıkarlar. Tanin ve Servet-i Fünun’da davayla ilgili yazılar yayımlanır ama asıl çalışmayı o zamanın efendi ya da efendileri olarak bilinen Kürt entelektüeller yapar. Bunlardan ilk akla geleni İsmail Hakkı Babanzade’dir.
İsmail Hakkı, İkdam ve Tanin gazetelerinde yazılar yazar. Bir süre İttihatçılara yakın durur, onların Şura-yı Ümmet gazetesinde makaleler yayımlar. Ama biz onu daha çok Roj-i Kurd ve Kürd Teavün ve Terakki’deki yazılarıyla biliyoruz.
İsmail Hakkı ve yakın dostu Ali Reşad, “Dreyfus Meselesi ve Esbab-ı Hafiyyesi” adlı bir kitap yazarlar, kitap 1899’da yayımlanır: 420 sayfa. Kitabın yayıncısından da söz etmem gerek; kitap Şirket-i Mürettibiye Matbaası’nda basılır; matbaanın sahibi Artin Asuduryan’dır. Bu matbaa pek çok dilde kitap yayımlar (Arap harfleriyle 1417 Türkçe kitap) ama matbaanın sahibi Artin, 1915 Nisan’ında camilerde okunan Tehcir Suresi’nden sonra pek çok kişi gibi gözaltına alınır, Ayaş’a gönderilir, hapsedilir. İlginç bir hikayesi vardır, ilerde yazarım belki.
İsmail Hakkı’ların yazdığı kitap, Türkçe harflerle de basıldı (2013). Kitabın bildirisi, olayın adli/ hukuki boyutlarının çok ötesinde olduğunun vurgulanmasıdır: Dreyfus olayı, adli değil, sosyal bir hadisedir. Davanın tarafı, Fransız hükümeti, askeriyesi, vicdanını, sosyal varlığını kaybetmiştir. Dreyfus’a da bir avuç medeni (entelektüel) sahip çıkmışlardır. İsmail Hakkı’ya göre Dreyfus’u, “hükkam” (hâkim) mahkûm etmiştir ama hükkamı insanlığın maneviyatı ve “ezhan-ı müttefekiri-i dünya” (izan sahibi mütefekkir- düşünür) mahkûm etmiştir ve böylece bu dava, bir “cemiyet-i beşeriye” (insan topluluğu- insanlık), bir “heyet-i vahide” (bir, tek olan heyet), ve “cism-i vahid” (yegâne) vasfına erişmiştir. Ancak, bu hal insanı da insanlığı da incitmiş, artık hiçbir kavim adalet, merhamet, şefkat gibi hisleri kendi inhisarına (tekel) alamaz; çünkü bu hisler, insanlığın müşterekleridir.