“uyumazdık da biz hem,
kim bilir, belki de hiç uyumazdık
dalıp gitsek bir an için sanki
bir el, tanımadığımız bir el, uff ne korkunç!
değiştirirdi yerini bildiğimiz her şeyi
kalbimize giremezdik artık,
sokakta kalırdık, çırılçıplak, üşürdük
telaşla dolanır, paspasların altına
bakardık çılgınca, saksıların içine…
yok!”
Nihayet sandığı açıldı Reyhan Hacıoğlu’nun. Sandık öyledir; uzun süre kapalı kalmak ve sonra açılınca “o kadar zamandır niye görmemişiz ki bunları” dedirtmek bir huydur sandıkta. Çünkü bugünle ilgili değildir sandık; geçmişle ve muhayyel bir gelecekle ilgilidir ama bugünle asla. Çantaya filan benzemez; ihtiyaca binaen yanımızda gezdirdiğimiz bir şey değildir; orada, diplerde bir yerde durur ve kendi diplerinde kodları kendinden menkul kendi gerçekliklerini barındırır. Dip sözcüğü en çok ona yakışır; pazar tezgâhı gibi arsızca kendini teşhir eden bir şey değildir çünkü sandık. Öyle ki çoğu zaman pazar tezgahının “üst-tazeler/alt-çürükler” klasiğinden tamamen farklı olarak en diptekilerin en değerli olduğu bir durumu ortaya gösterir bize; ki dipte olmak, mahrem olmaktan kaynaklanır ve zaten değeri de tam oradan gelir.
Zor bir işin altına girmiş Reyhan. Günlük dilde kısa boylu ama zeki ve yetenekli insanlar için “bir o kadar da yerin altında var” diye tuhaf bir deyim kullanılır ya; bazen tam denk düşer gerçekten. Öyledir Reyhan. Gördüğünüz kadarıyla yetinirseniz, yanılırsınız. Günlük şamatanın, gazetenin haber telaşının arasında insanlar bazen çok birbirine benzer görünürler gerçekten de; ince çizgiler, arka planda olup bitenler, kendini her günlük olayda açığa vurmayan birikmişlikler, küçük defterlere alınan notlar, zayıflıklar, kırılganlıklar filan görülmez o harala gürelenin içinde. Bunun için çok ama çok yaklaşmanız gerekir insana ve fakat sorun şu ki, aslında hiç kimse bir başkasına çok ama çok yaklaşamaz; her kirpinin bildiği şeydir bu.
Zor bir işin altına girmiş Reyhan. Sandık öyle zırt pırt açılan bir şey değildir çünkü. Açınca da biraz kendini açmış olursun; dubalar geride kalır, tehlikeli sulardasındır artık. Günlükler tutmak, olup bitenlerin katmanlarını sıkılaştırıp kodlamak, kendini çıplak etmeden anlaşılır olmak, sıkıntılı işlerdir. ‘Hatırat’ yazmaktan söz etmiyorum. Onlara zaten güvenilmez. Yazan ne kadar ‘büyük’se, ne kadar rütbeliyse o kadar güvenilmez. Kısıtları vardır çünkü onların, suçları, saklamak istedikleri, çoğu zaman devletleri, vs… Ama bizim, biz rütbesizlerin de vardır öyle ‘dürüst’ olmayan şeyleri. İnsan unutmakla sağlıklı kalabilen bir varlıktır çünkü. Bir bilim insanının, “Konsantrasyon denilen şey olmasaydı eğer, yani çevremizdeki bütün sesleri, görüntüleri, ışıkları birbirine tam eşit olarak algılıyor olsaydık, birkaç dakika içinde çıldırırdık; gözlerimizi, kulaklarımızı ve aklımızı sağlıklı tutan şey, seçiciliğimiz, kimi olguları es geçip bazılarına odaklanmamızdır” sözlerini hatırlıyorum. An için geçerli olan bu kural, geçmiş için de geçerlidir kuşkusuz. Hiçbir şeyi unutmayız, evet ama hatırlamak isteyip istememek başka şeydir. İnsan belleğinin rafları vardır; büyük bir postanenin rafları gibi. Oralara yığılır kalır yaşadıklarımız, öndekiler, arkadakiler, en diptekiler… Biz onları tasnif ettiğimizi sanırız ama bundan da hiçbir zaman emin olamayız. Karışık işler vesselam…
Cezaevinden ilk çıktığım günlerde İzmir’de İnsan Hakları’nda çalışan psikiyatr bir arkadaş, kulakları çınlasın Alp Hoca, “gel sana bir bakalım, bir ‘ayıklayalım’ istersen” demişti de korkmuştum. Dedim abi neyime bakacaksın benim. Karmakarışık işlerin içinden gelmişim, ne anlatsam yarısı refleks haline gelmiş ‘gizlilik’ kurallarıyla sakatlanmış olur; öteki yarısı da yediğim haltlar, yaptığım hatalardır zaten. Onları kendime anlatamıyorum ben, sana nasıl anlatayım!
Öykü ya da roman değil Reyhan’ın yazdıkları işte. Lafı getirdiğim yer orası. Öyle olsa kolaydır. Karakterler yaratırsınız, onların ardına saklanırsınız biraz, kötü saklanırsanız kötü yazarsınızdır zaten ama yine de derdinizi başka ağızlardan anlatmanın konforunu yaşarsınız. Şiirde işler biraz daha zordur; bir yerden patlak verir size ait şeyler mutlaka. Ne kadar kapanırsanız kapanın, yazdıklarınız kodları sizin tarafınızdan çözülebilecek şeyler olsa bile, ürkütücüdür. Yarısında durup kaç yıldır bitirmediğim şiirler var; öyle bir yer gelir ki çünkü, ondan sonrası tufandır ve ne kadar beklersen o kadar tufandır.
Reyhan’ın denediği ise en belalısıdır ve örtülerin en ince, kilitlerin en gevşek olduğu alandır. Doğrudan birinci tekil şahıs olarak görünürsünüz çünkü. Ve bunun en riskli yanı, “hüzünbaz” bir yere doğru kaymak, bir kuşağı, bir coğrafyayı anlatırken cümlelerinizin sadece size odaklı olarak okunmasıdır.
Öyle yapmıyor Reyhan. Bak ben ne çok acı çektim, benden dertlisi yok demiyor; örümcek bağlamış bir köşede değil hepimizin bata çıka ilerlediği bir yol üzerinde yürüyor ve yürürken kayıt yapıyor. Hepsi bu! Böylece, sözde ‘kendine’ yazdığı her ‘mektup’ dolana dolana bize doğru geliyor ve bazen hepimize, bazen de aramızdan kurban seçtiği birine ulaşıyor. Savurup atıyor çünkü onları Reyhan boşluğa doğru ve herkes nasibini alıyor. Bazen ikinci tekil bir şahıs işin içine karışsa da ondan da pek emin değiliz; şekli şemali belirsiz bir şey var orada. Sonuçta, “Gün öyle ağır öyle ağırdı ki… Sırtıma almak zorunda kaldım” diyor ya hani, bizim sırtımıza da yıkıyor yarısını.
Bir anlamda gazetecilikten kopmuyor aslında.
Bizim gazete tuhaf bir yerdir. Eğlencelidir de çok. Başka türlü altından kalkamazsınız o kadar acı ve öfkenin. Tam yılbaşı hazırlıklarınızı yaparken sınır boylarından katırlara yüklenmiş gencecik insanların fotoğrafları gelebilir bu ülkede çünkü ve siz, korkunç bir yabancılaşmayla fotoğrafların piksel değerlerine bakıp hangisinin “baskıya daha uygun olduğunu” belirlemeye çalışırsınız. İşiniz bu çünkü. En iyisini yapmak zorundasınız. En iyisini yapmazsanız, o çocuklara da haksızlık etmiş olursunuz.
Eğlencelidir, tamam. Ama o hengâmenin altında, kişisel trajedileri de saklar. Rasgele hayatlardan gelinmez ki gazeteye. Durup dururken yanınızdaki bir arkadaşınızın abisinin-ablasının bir yerlerde vurulup düştüğünü öğrenirsiniz mesela. Bir arkadaşınız evlenirken nikâh davetiyesine takılır gözünüz, darmadağın olursunuz. “Babası …..” yazmaktadır orada ve o baba aslında yıllardır her Cumartesi taşınan bir fotoğraftır…
***
Sonuç olarak, bir devrimcinin, ama dün doğmamış olan, öyleyse doğumundan bu yana bin türlü iyi ve kötü şeyi yaşamış ve yaşayacak olan bir devrimcinin iç dökmesi olarak okuyun Reyhan’ı.
Ve elbette artık başka şeyler beklenir ondan. Elimize incecik bi’şey tutuşturup kaçamaz bu meydandan. Peçeteye yazılmış istekler birikir kapısında ve eninde sonunda işi büyütmek, karşımıza öyküler ve romanlarla filan gelmek zorunda kalır.
Yapar mı? Yapar herhalde.
Dedik ya canım. Bir o kadar da yerin altında var!