1980 Askeri Darbesi’nin tüm coğrafyada, yaşamın tüm alanlarına yayılan büyük hak gaspları oldu. Ancak,12 Eylül Darbesi’nin en belirgin figürlerinden biri Esat Oktay Yıldıran’dı. Esat Oktay Yıldıran, Diyarbakır Cezaevi’nde komutandı ve o kadar büyük insan hakları ihlallerine imza attı ki öldürüldüğünde onu savunacak tek bir devlet yetkilisi bile bulunamadı.
Esat Oktay Yıldıran tam bir Kürt düşmanıydı. Irkçı bir insandı ve bu ırkçı kimliği akıl almaz insan hakları ihlalleri uygulamasına neden oluyordu. Diyarbakır Cezaevi’nde insanlar işkence ile katledildiler. Kendi yaşamlarına son verenler oldu, işkencede dişleri çekilenler, tecavüze maruz kalan kadınlar, dışkı yedirilen insanlar… Akıl almaz bir süreçti.
Esat Oktay Yıldıran, bütün bunları yaparken de ırkçı müzikler dinletiyor insanlara, ırkçı sloganlar attırıyordu. Bu da işkencenin başka bir boyutuydu. 90’lar geldiğinde benzer uygulamalar devam etti. 90’lı yıllarda da insanlar Kürdistan’da sadece düşünceleri nedeniyle ya da sadece Kürt oldukları için gözaltına alındılar, işkence gördüler, gözaltında kaybedildiler, köyler yıkıldı, bombalandı. Bu hak ihlalleri olabildiğince var gücüyle devam ediyordu. Gerçekten de 90’lı yıllar insan hakları savunucuları açısından çok zor yıllardı.
90’lı yılların başlarında bir kadın müvekkilim tutuklandı. Bir anneydi kendisi ve tutuklanma sebebi, örgüte katılan oğlunun bir fotoğrafının duvarında asılı olmasıydı. Bu bana o zaman akıl almaz gelmişti. Bir anne için, çocuğundan vazgeçmek ne demekti? Başkaları tarafından ya da toplumun büyük bir bölümü tarafından çocuğuna ne isim verilirse verilsin, o, çocuğuna sahip çıkıyordu. Çünkü o, onun çocuğuydu ve fotoğrafı her zaman duvarda olacaktı. Tutuklanan bu kadının davasına girdiğimde, çektiği acıya yakından şahit oldum.
AKP ilk iktidara geldiğinde yaptığı birçok açıklamada, bu tür insan hakları ihlallerinin artık son bulacağını, o dönemin bittiğini, hatta çok bilinen bir cümle ile “beyaz Toroslar” dönemi bitti demişti. Ancak bitmediğini çok zaman geçmeden anlamış olduk.
Bugün özellikle 15 Temmuz sonrasında ve özellikle de MHP ile kurulan ittifak sonrasında devlet aklının tam da 80’ler ve 90’lardaki varlığına, yapısına geri döndüğünü görmekteyiz. Bunun en net örneğini geçtiğimiz günlerde Mersin’de halay çekerken slogan atan çocukların, gözaltına alınıp ardından tutuklanmaları olayında yaşadık. Gözaltına alınıp, tutuklandıktan sonra cezaevine götürülürken çocuklara dinletilen Ölürüm Türkiyem isimli ırkçı zihniyetin duygularını yansıtan bir müzik dinletilmesi herkes için aynı duyguyu uyandırdı. 90’lı yıllar aynen devam ediyordu.
Sonra gördük ki Mersin’de yaşanan olay ilk ve tek olmayacaktı. Bir süre sonra bölgenin birçok şehrinde ve ilçesinde hatta düğünlerde halay çeken insanlar gözaltına alındılar. Gözaltına alınmalarının gerekçesi halay çekerken çalınan müzik ya da atılan sloganlardı. Oysa bırakın uluslararası hukuku, iç hukukta bile bu tür dosyalarda verilmiş Yargıtay kararları vardı. Yargıtay, atılan sloganların ya da dinlenen müziğin suç olmadığına dair, ifade özgürlüğü içinde olduğuna dair kararlar vermişti.
Kaldı ki Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. maddesi ile iç hukukla uluslararası hukuk çatıştığında uluslararası hukukun geçerli olacağına dair bir hüküm kurmuştu. Bu hükme rağmen ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ndeki açık anlatıma rağmen bu uygulamalara Türkiye Cumhuriyeti Yargısı devam etti. Oysa ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu tür dosyalarda defalarca Türkiye’yi mahkum ettiğini, ifade özgürlüğü ihlali olarak değerlendirilen dosyalarda, Türkiye’nin mahkum edildiğini çok yakından bilmekteyiz.
Peki, bütün bunları neden yapıyorlar? Bu akıl dışı uygulamaları, coğrafyanın bir bölümünü tamamen kutuplaştıran, tamamen düşmanlaştıran bu uygulamaları neden yapıyorlar? Çünkü şu an Türkiye Cumhuriyeti devletini yöneten siyasi akıl, sadece korkutarak yönetmek istiyor. Çünkü elinde başka bir imkan kalmadı. Bırakın altına imza attığı uluslararası sözleşmeleri, kendi iç hukukunu dahi ihlal etmekte bir sakınca görmüyor.
Türk yargısının içinde, en yüksek mahkeme olan, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını dahi sorgulayan, hatta Anayasa Mahkemesi’ni kapatmak gerektiğini söyleyen bir iktidar ortağı var ve bu iktidar ortağının adı bir cinayetle anılıyor. Sinan Ateş cinayetindeki deliller ortaya çıktıkça, MHP’nin daha da saldırganlaştığını görmekteyiz. Bu saldırganlık hali, siyasi iradenin uygulamalarına da maalesef anında yansıyor.
Bütün bunlar olurken, son olarak, Instagram adlı sosyal medya alanı da iletişime kapatıldı. Bu da akıl almaz bir durum. Çünkü bu tamamıyla ifade özgürlüğünün ihlali anlamına geliyor. Hiçbir mahkeme kararı olmadan, keyfi olarak alınan bu yasaklama kararları, tepkileri arttırırken maalesef ki siyasi irade bu uygulamalarına devam etmekte hiçbir sakınca görmüyor.
Gerçekten akıl dışı olaylar yaşıyoruz. Ama maalesef ki bütün bunlar olurken karşı çıkan sadece belirli bir kesim var. Sesini yükselten, talep eden, en azından sokağa çıkmaya çalışan, belirli bir kesim var. Ana muhalefetin son derece yetersiz kaldığını hepimiz görmekteyiz. Bizler insan hakları savunucuları olarak, benzer dönemleri çoğu kez yaşadık ve yaşamaya da devam ediyoruz ancak şunu da biliyoruz ki yaşadığımız hak ihlalleri ne kadar ağırlaşırsa ağırlaşsın biz mücadelemize devam edeceğiz.