Yedi-sekiz yaşlarındayım. Bornova Erzene mahallesinde yaşıyoruz. Mahallenin çocuklarından müteşekkil bir çetemiz var. Yukarı mahallenin çocuk çetesiyle savaştayız. Tel sapanlarla, tüftüflerle (şöyle ki: bir borunun içine konulan küçük sivri külahları kuvvetlice üfleyip fırlatırsın), yeri geldiğinde taşlarla kozalaklarla girişiyoruz birbirimize.
Yukarı mahallede “Doğu’dan” göç etmiş aileler var. Bir gün kendi mahallemizin sınırlarını aşıp oraya baskın düzenliyoruz. Kalabalık bir grup püskürtüyor bizi. “Peşimize verip” kovalamaya başlıyorlar. Ben son hız kaçarken kafama ansızın bir taş yiyorum. Kan boşalıyor alnıma. Yanımdaki çetedaşlarımdan biri arkasına bakıp bağırıyor: “Kürt Selo attı! Kürt Selo attı!” Sonradan tanışıp arkadaş olacağım Selim bu.
Yaralı yaralı eve varıyorum. Annem hemen başıma pansuman yapmaya girişiyor, bir yandan azarlamayı ihmal etmeden. O başımı sararken, soruyorum:
“Anne Kürt ne demek?”
Binlerce çocuk okutmuş bir ilkokul öğretmeni olarak bu sorunun cevabını bilmemesi imkânsız, ama ihtimal ki, kafam karışmasın diye veya çekindiğinden, “Doğu’da yaşayan Türklere Kürt derler oğlum,” diyor.
Velhasıl Kürtlerle tanışmam kafamın yarılmasıyla oluyor.
Lisede okuyorum. Sesim güzel. Müzik öğretmenlerinin dikkatini çekiyor bu. Çanakkale Zaferi anmasında sahneye çıkıp Çanakkale Türküsü’nü söylüyorum. Hiç fena değilim. Beğeniliyor. Epey alkış alıyorum.
Ertesi sene On Kasım yaklaşırken bir oratoryo hazırlanıyor Atatürk için. Müzik öğretmeni oratoryonun ortasında Yemen Türküsü’nü icra edeceğimi söylüyor. Ederim hocam, ama kuru kuru olmasın, bir bağlama da eşlik etsin bana diyorum. Tamam diyor, pek güzel olur.
Ege Üniversitesi konservatuarından Erol Abi’ye koşuyorum derhal. Tam bir bağlama sihirbazı kendisi. Abi diyorum, böyle böyle. Hay hay. Günlerce çalışıyoruz Erol Abi’yle. Hazırız.
Oratoryonun ilk yarısı bitiyor. Erol Abi’yle sahneye çıkıyoruz. Başlıyoruz Yemen Türküsü’ne. Ama o herkesin bildiği türkü değil bu. İki komünist kafadar yapacağımızı yapmışız elbet. Ruhi Su ve Sümeyra’nın “gayrıresmi” Yemen Türküsü. Sürpriiizzz!!
Gazelini de okuyorum bir güzel:
“Merhametsiz padişahlar askeri,
On sene bekletiyorlar Hicaz’da,
Ne olur karlı dağlar ne olur, ne olur,
Asker yârim gelse yaralarım iyi olur…”
Milli hassasiyetlerinin derinliğiyle tanıdığımız müdür muavinini fark ediyorum ötede. Kıpkırmızı kesilmiş yüzü. Adam bayılacak neredeyse sinirinden.
Bitiriyoruz türküyü.
On Kasım olduğu için alkış falan yok, ama arkadaşlarımı görüyorum. Etkilenmişler, duygulanmışlar, çok belli.
Programdan sonra muavin odasına çağırıyor beni.
Bas bas bağırıyor:
“Kürtçe söyledin! Vatan haini! Seni bu okuldan attıracağım!”
Kürtçe olmadığını söylüyorum. Kaseti getirip dinletmeyi teklif ediyorum.
Ertesi gün kaseti götürüyorum, dinletiyorum.
“Siz de duydunuz işte hocam, Kürtçe değil, Türkçe,” diyorum.
Gözlerini kısıp öfkeyle bakıyor bana ve ondan hiç beklenmeyecek bir “bilgelikle” şunu diyor:
“Bunun ruhu Kürtçe, ruhu!”
Ardından kovuyor odasından.
Ruhumda tuhaf bir ferahlıkla, gururla çıkıyorum koridora.
Birkaç meraklı, endişeli arkadaş hemen sarıyor etrafımı.
“Ne oldu?”
“Hiiiççç…”
“Ne dedin de bıraktı?”
Gülüyorum:
“Doğu’da yaşayan Kürtlere Türk, konuştukları Türkçe’ye de Kürtçe derler dedim, bıraktı.”