Modern zamanların en parlak eleştirel sanatçısı Pawel Kuczynski, ağırlıklı olarak çağın iletişim ve ilişkilerin ironik hallerini, herkesin anladığı semboller kullanarak anlatmaya çalışıyor. Özellikle iletişim çağı olarak tariflenen küreselleşme sürecinin tamamıyla bir iletişimsizlik çağı olduğunu imgeyi simgeye yükleyerek yeni bir yaratım biçimiyle anlatıyor. Alışagelmiş iletişim biçimlerinin yerine geçen tekno iletişim aygıtlarının evrensel değerleri ne denli büyük tehlikelerin kucağına ittiğini resmediyor. Söz konusu tehlikenin anlaşılır ve görünür olabilmesi için çalışmalarında yoksulluğu, savaşı, ırkçılığı, zulmü, şiddeti ve modern toplumun idrak etmek istemediği diğer bütün kötü muameleleri tuvallere işleyerek kalıcılaştırıyor.
Sanatçı bunları yaparak hem çağdaşların eksilmiş dikkatlerini sorunların esas kaynağı olan iletişimsizliğe çekiyor hem onlardan yeniden düşünmelerini talep ediyor hem de vehametini, sonuçlarını ‘eleştirel sahicilik’ üzerinden gözler önüne seriyor. Böylece kağıda bıraktığı her izle, günümüz dünyasının temel sorununun iletişimsizlik olduğunu vurguluyor. İnsanın içine fırlatıldığı durum ve yaratılmak istenen iletişimsizlik kültürü artık toplumlar üstü bir noktaya geldiğini ve insanın kaldırılamayacağı kadar ağır bir öz-tecrite dönüştüğünü ustalıkla ima ediyor.
Sanatçı etik ölçülerle yeni dünyanın banal gerçekliğini, tekno-kapitalizmin muğlak ilişki panosunu ortaya koyarak çağın endişeli ruhuna trajikomik bir ironiyle oynuyor. Özellikle iletişimsizliğin en grotesk hali olarak tanımlanan “Perfect Garden” (Mükemmel Bahçe) tablosu hiper-teknoloji toplumların sosyal yabancılaşmanın ve ruhsal yalnızlaşmanın izdüşümü olarak karşımıza çıkıyor. Yani iletişim toplumundan iletişimsiz topluma dönüşümün nihai sonucudur içine düştüğümüz dehşet tablosu. Çünkü kesin bir kederin sessiz çığlığı gibi durur “şeyleştirilmiş” temsili insanlar Kuczyński’nin Perfect Garden’ında boylu boyunca. Dolayısıyla aynı mekanda bulunma iletişsel paydaşlık değildir ve anlam ve bağlam iletmenin koptuğunun birer kanıtıdır karşımızda duran.
Böylece, tabloda çerçevesi çizilen hakikat, çağın sofistike düzlemine uyum sağlamanın kolay olmadığını gösteriyor. Beklemedik bir suratla temel dönüşümlere maruz kalan zaman ve mekan denklemlerini kavramakta gittikçe olanaksızlaştığını ima ediyor. Oysa dönüşüm döngülerine uyum sağlamamama hali varoluşsal bütün olası mekanların tekinsizliği anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bu durum aynı zamanda zamanın gerisinde kalma riskini berberinde getirmektedir.
Buradaki, zamansal olgudan azade bir şekilde vuku bulan mekansal bulunuşun sembolizmi çağın iletişimsel mekanizmalarının işlev dışılığı anlamına gelmektedir. Oysa, düşün dünyasının hemfikir olduğu temel olgulardan biri de dünyanın içinde olduğu çağın etkin bir iletişim çağı olduğu tespitidir. Bu tanımlama belirli bir yere kadar fevkalade de doğrudur ama Perfect Garden’da da gösterildiği gibi dünyanın çatışmacı halinden en çok etkilenen alan iletişimdir. Bir bütün olarak, ulusal ve uluslararası siyaset, bölgesel konular, ekonomik iniş çıkışlar ve krizler, çevre afetleri, terör, savaşlar, salgın hastalıklar, bireysel ve/veya kurumsal gelişmelerin her biri kendi öznelliği bağlamında birer iletişim biçimdir. Böylece iletişim biçimleri ve onun etkileşme sınırları kültürel kodların çerçevesini tanımlayan faktörleridir aynı zamanda. Bu hem iletişim biçimlerinin yekününün hem de onun bağlam biçimlerinin sınır sorunsalıdır. Buna bağlı olarak “nasıl bir iletişim” sorusuysa bir tanıma meselesi olarak karşımıza çıkar. Sorunsal birikimler ve diyalog aksaklıklarıyla başlayan bütün problem tipleri birebir iletişimle alakalıdır.
Perfect Garden’ın ifşa ettiği gibi, hem kültür içi hem de kültürlerarası bütün çatışmalar bir tür iletişim bozukluğunun dışavurumudur. Söz konusu iletişim bozukluğu, insanlardan müteşekkil Kuczynski’nin “Mükemmel Bahçe” sinin içindeki gariplik hissinin yansıması gibi çoğu zaman tek taraflı bir sınır ve çerçeve ihlalidir. Ve bu olgusal çerçeve normatif olanın mecazi ölümü olduğu kadar yorumlanabilir olanın da ebedi suskunluğudur. Bunun en parçacı mitolojik örneğinin Tanrı Marduk’un Babil Kulesi efsanesiyle başladığını varsayabiliriz.
Rivayete göre ‘Tanrı kendisine ulaşmaya çalışan insanların kibirli hallerine kızarak o zamana kadar tek dil konuşmakta olan insanların dillerini karıştırmış ve birbirlerini anlamalarını engellemiştir’. Nitekim, o gün orada başlayan mecazi engelleme buyruğu bugünün iletişim yitiminin simültane tercümesidir aynı zamanda. Onun için baskın olan taraf iletişim ve diyalog yerine çatışmacı çerçeveyi bir ilişki biçimi olarak dayatmış ve onu süregelen bir şekilde yönetmeye çalışmıştır. Tamamen zorun rolüne dayalı olarak asimetrik bir ilişki şekli olan bu olgusal durum hakikatin aşkın yaralanması anlamına da gelmektedir. Bu durumun yorumlanabilir tarafı ve sosyolojik bağlamı hem merkez-çevre ilişkileri hem de kültürlerarası dengesizliğin genel düzeyi üzerinden tariflenmektedir. Dolayısıyla toplamsal olanın iletişimsel bağlamını ve sanatsal simgeselliğini, sosyal bilimler nesnelliğiyle sentezleyerek mevcut dünya düzeni ve onun kurumsal yapıları üzerinden inşa eden yeni toplumsal kurgu esasen yapısalcıların çıkış noktasıyla aynıdır. Buradaki kurgusal akıl tamamıyla kurumsaldır ve esas mottosu mevcudun dışında “başka alternatif yok” demektir. Oysa buna karşı “başka bir iletişim kültürü ve daha iyi bir dünya mümkündür” söylemi zaruri hale gelmiştir. Yoksa üzerine konuştuğumuz iletişimsizlik hali bir algı biçimi olarak yönetilip zamanla kin ve nefretle kökleşerek daha da büyüyecektir.
Bugün hem dünyada hem de ana topraklarımızda sahnelenen dehşet tabloların bir ucu Kuczynski’nin ‘Perfect Garden’daki iletişimsizlik simgeselliğine uzanırken, diğer tarafı da savaşların tan yeri olan tarihin o ilk yitimine uzanmaktadır. Belki de dünyadaki bütün kargaşa ve kavgaların ana sebepleri iletişim ve ilişkinin koptuğu o ilk yerdir. Perfect Garden’ın işaret ettiği gibi ne mekansal yakınlık ne de hiyerarşik nizam kendi başına sağlıklı iletişim ve koşulsuz kabul anlamına gelmez. Hatta Babil söylencesinde olduğu gibi kimi zaman mistik bir ötekiyi de beraberinde getirir. Zira simbiyotik bir olgu olan ötekinin ötekiyle kurduğu veya kuracağı iletişim biçimi hem her ikisinin varoluşsal imajını belirler, hem de bireysel ve toplumsal bağlamda sınıflandırır. Oysa olumsal ötekinin tanımı ve kabulü ancak sağlıklı bir iletişim akışıyla mümkündür. O ağın kopmasının bugün içinde olduğumuz dehşetin daha da büyümesi anlamına geldiği hakikatine sırt çevirmeyiz. Eğer bunu yaparsak Orwell’ın dediği gibi bütün olup bitenlerin salt “kurbanı değil aynı zamanda suç ortağı da” oluruz. İlk andan itibaren ‘kötülüğün oluş kabulü’, dünyayı bu kadar fethettiği kabulüyle aynı değildir.
Dolayısıyla insanlık daha önce kötülüğe, sıkıntıya ve hastalığa bu kadar aşina değildi ve olmak zorunda değildir. Onun için ‘umut en son ölür’ metaforunu hatırlayarak hayata yeniden tebessüm etmeliyiz ama yaşadıklarımızın karşısında bilge Cicero’nun o sözünü yad etmenin de naif kalacağı kesindir. Lakin, ancak böyle bir ön kabulden yola çıkarak kadim olanla ilerlemeyi yeniden bir insanlık ideali haline getirebiliriz. Bu ne insan üstü bir idealdir, ne de tanrılar katında aranan bir sırdır. İnsanlığın ortak mirası, hepimize tanıdık olan barışın ta kendisidir. Kuczynski’nin endişe çağrıştıran renkleri tam da buna dair bir uyarı, bir karabasandır. Eğer kültür içi ve kültürlerarası sağlıklı bir iletişim köprüsünü hayal edebilirsek ‘uygarlığın cehennemine’ giden yolu engellemiş oluruz. Çünkü yaratılmak istenen iletişimsiz uygarlık yeni bir cehennemdir ve sonumuz Kathe Kollwitz’in ölü çocuğuna sarılan annenin hikayesi gibi hazinle bitecektir.