Kelekê mahallesindeki yangında 10 akrabasını yitiren tutsak Habat Demir, mahallenin son 30 yılını kaleme aldığı mektubunda, 90’lı yıllardan bu yana zorla kaybetme, koruculuk dayatması, göç, ırkçı saldırılar, yangın içinde yaşananları anlattı ve ‘Siz söyleyin, ne yapalım?’ diye sordu
Mêrdîn’in Şemrex (Mazıdağı) ile Amed’in Xana Axpar (Çınar) ilçelerinde 20 Haziran gecesi çıkan yangında 15 kişi yaşamını yitirdi. Geniş bir alanda etkili olan yangın, en çok Şemrex’e bağlı Kelekê (Yücebağ) kırsal mahallesini etkiledi. Sadece Kelekê mahallesinde 10 kişi yangında hayatını kaybetti. Yüzlerce hayvan ölürken, birçok ev ve ekili tarım arazisinde büyük bir zarar meydana geldi.
Yangında birçok yakınını kaybeden Kelekêli tutsak Habat (Xebat) Demir, mahallesinin 30 yıllık geçmişini kaleme aldı. 2013 yılında “örgüt üyesi olmak” iddiasıyla tutuklanan ve şu an İzmir 1 Nolu Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde tutulan Demir, gönderdiği mektupla mahallesinin 30 yılını anlattı.
Savaş kaynaklı yangınlar
Mahalle sakinlerinin yaşadıkları acıların hiçbir dönem görülmediğini belirtilen Demir, mektubunda şu ifadeleri kullandı:
“Bu bölgede birçok defa yangın yaşandı. Bu yangınlardan birisi 13 Haziran 1995 yılında yine Diyarbakır ve Mardin il sınırında gerçekleşti. O tarihte bölgede askeri operasyon başlatılmış, çatışma esnasında çıkan yangında Yücebağ köyünde 21 yaşındaki Mendüh Demir koyunlarıyla birlikte yangının ortasında kalmıştı. Yangında koyunlarının tamamı telef olmuş, kendisi de askerler tarafından sağ olarak yakalanmıştı. Mendüh Demir çatışma bölgesinde yaşanan vahşete tanık olmuştu. Şahidi olduğu görüntülerin, kendisinin de sebebi olacağını bilmiyordu. Askerler tarafından alnına vurulan ‘Terörist’ damgası ölüme açılan kapının anahtarıydı. Hiç acıması, merhameti yoktu o damganın ki ona da acımadı… Dönemin Diyarakır İl Jandarma Komutanı Eşref Hatipoğlu tarafından Mendüh Demir gözleri kapalı bir şekilde askeri helikoptere bindirilip, Kızıltepe’nin Gire Şera bölgesine götürüldü. Gire Şera hafızalara ölüm çukuru olarak yerleşmişti. O çatışmanın tek tanığını yok etmeyi kafasına koyan Eşref Hatipoğlu, Gire Şera semalarında Mendüh Demir’i canlı canlı helikopterden attırdı ve daha sonra cenazesini toplu mezara attırdı. Annem Sultan Demir o tarihten sonra Cumartesi Anneleri ile eylemlere başladı ve 2013 yılında oğlunun kemiklerini açılan bir toplu mezarda buldu. Fakat bu sefer diğer oğlu yani ben bir itirafçının yalan beyanları ile tutuklandım.”
‘Devlet karar vermişti, herkes korucu olacaktı’
Abisini kaybettikten 3 yıl sonra köylülere koruculuk dayatıldığını belirten Demir, mektubunu şu sözlerle devam ettirdi:
“Devlet karar vermişti, herkes korucu olacaktı. Ama Yücebağ’da bu karar köylülerin inadına takıldı ve bu inat pahalıya mal oldu. Yücebağ köyüne askerler tarafından bir şafak vaktinde zırhlı araçlar ve yeni yetme korucularla birlikte baskın düzenlendi. Köyün etrafını saran askerler, çocuk, kadın, genç, yaşlı demeden herkesi evlerinden zorla çıkardı, köy meydanında topladı. Ağır hakaretler ve küfürler altında köyün erkeklerini ayırıp işkenceden geçirdiler. Onursuz bir yaşamı ölümle eşdeğer tutan köylüler, korucu olmayı reddettiler. Bu tutumlarından dolayı evleri gözlerinin önünde ateşe verilip, yakıldı. Köylüler göz yaşları ve ağıtlar içinde yanan evlerini seyretmek zorunda kaldılar. Evsiz kalan köylüler traktörlere binip köylerini terk etmek zorunda kaldı. Traktörün kasasına sıkıştırılmış küçük çocuklar ise korkudan birbirlerine kilitlenmişti. Dehşet dolu bakışları ise köyün üstünde uçan askeri helikopterlerdeydi.”
‘Anadillerinde şarkı söyledikleri için ırkçı saldırıya uğramışlardı’
Demir, mahallenin yakılmasının ardından Ege ve Karadeniz’e mevsimlik tarım işçisi olarak gitmeye başlayan yurttaşların bu kez ırkçı saldırılarda karşı karşıya kaldığını dile getirdiği mektubunda, 2020 yılında Sakarya’da yaşanan ırkçı saldırıyı da şöyle anlattı:
“İşçilerden birisi Kürtçe şarkı söyledi diye bir grup ırkçı faşistin saldırısına uğradı. İşçiler jandarma tarafından Sakarya’dan zorla çıkarıldı, emeklerinin karşılığını bile alamadan getirip Yücebağ köyüne atıldılar. Sırf Kürt oldukları ve kendi anadillerinde şarkı söyledikleri için saldırıya uğramışlardı. Yaşanan ırkçı saldırıyı kimse görmek istemiyordu. Birileri her ne kadar bu gerçeğin üstünü örtmek istese de Yücebağ köylüleri için her şey çok açıktı. Devlet yetkileri ırkçı saldırının faillerini yakalayıp cezalandıracağına tüm imkanlarını bunun ırkçı bir saldırı olmadığını kanıtlamak için kullanmıştı. Bunun için devletin en üst kademesi de devreye girmişti. Dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Yücebağ köyünde kendisi için özel olarak yaptırılan alana askeri helikopterle gitti. Bakanın helikopteri köylüye ve özellikle Sultan Demir’e çok tanıdık gelmişti. İçişleri Bakanı ‘Kırılan gönülleri onarmaya geldim’ diyordu. Fakat her şart ve koşul altında devleti yüceltmek gerektiğini ve devlete sahip çıkmanın en temel görevleri olduğunu hatırlatıyordu.”
Petrol, kuraklık ve DEDAŞ…
Mahallenin başına gelen belalardan birisinin de “petrol” olduğunu söyleyen Demir, mektubunda şunları belirtti:
“Saldırıdan 1 yıl sonra Yücebağ’a bu sefer devleti temsilen başka bir yetkili gitmişti. Yalnız bu sefer askeri helikopter değil, zırhlı askeri araçla geldiler. Köyde büyük bir petrol yatağı olduğu ve köylüye iş imkanı sağlanacağı söylenerek, petrol bulunan bölge yasak ilan edildi. Petrol çıkarıldı, tesis kuruldu. Yalnız köyden tek bir kişi bile oraya işçi olarak alınmadı. Orada çalıştırılmak üzere başka yerlerden işçiler getirildi. Yücebağ köylüleri ise hem kendilerine verilen sözlerden hem de kamulaştırma adı altında tarlalarından oldular. Artık orası onlar için yasaklı bölgeydi ve oraya gitmelerine izin yoktu. Yaşanan kuraklık da geçimleri zorlaştırdı. Son çare ellerinde avuçlarında ne varsa satıp tarlalarında ortaklaşa sondaj kuyuları açtırdılar. Kuyulardan su çıkartıp ellerinde kalan tarlalarını ekmek istiyorlardı. Yalnız evdeki hesap DEDAŞ’a uymamıştı. Yaşadıkları onca sıkıntıdan sonra bu defa DEDAŞ diye bir bela çıktı ve keyfi bir şekilde köylünün elektriğini kesmeye, sulama yapmalarını engellemeye başladı. Köylünün bin bir emekle kavuştuğu suya DEDAŞ engel oldu.”
Mektubunda DEDAŞ’ın sık sık “Kaçak elektrik kullanılıyor” gerekçesiyle mahalle sakinlerine ceza kestiğine dikkati çeken Demir, “Bu cezaları ödeyemeyenler hacizle karşı karşıya kalıyordu. Hiçbir yatırım ya da hizmeti olmayan DEDAŞ, köylüyü sömürmek ve eziyet etmekten başka bir şey yapmıyordu. Bir tek köylünün canını almadığı kalmıştı. Onu da çok geçmeden yaptı. Hem de çok acımasız bir şekilde yaptı. 20 Haziran gecesi DEDAŞ’ın elektrik tellerinden çıkan kıvılcımlar büyük bir yangına neden oldu. Yangın kısa sürede her tarafa yayılıp önüne geleni yakıp geçti. Köylünün bin bir emekle yetiştirdiği hayvanlar, tarlalarını sulamak için aldığı ekipmanlar, ekinler hepsi yangının ortasında kaldı. Tek geçim kaynaklarını yangından korumak isteyen köylülerde yangının ortasında kaldı. O feryada kimse kulak asmamıştı. Ne bir itfaiye ne bir ambulans ne de bir yangın söndürme uçağı. Ortada bir tek DEDAŞ’ın çürümeye yüz tutan ve 40 yıldır değiştirilmeyen elektrik direkleri vardı. Yanan her bir elektrik direğinin başında bir DEDAŞ arabası ve telleri yenileyen DEDAŞ işçileri bulunuyordu. Gökyüzünde ise sadece bir tane askeri helikopter görünüyordu. Kürdistan’ın her yerini talan eden yandaş şirketler doymamış bu sefer Kürtlerin canını aldı, gençlerini cayır cayır yaktı” diye belirtti.
‘Siz söyleyin, ne yapalım?’
“Kürt’ün acısı ne zaman haber değeri taşıdı ki bugün taşısın” diyen Demir, mektubunun devamında şunları belirtti:
“Sadece Yücebağ köyünde 10 tane gencecik insan bu yangında katledildi. İsimleri hiçbir yerde verilmedi. Oysa her birinin bir hikayesi ve hayalleri vardı. Mazhar Demir 26 yaşındaydı ve yeni nişanlanmıştı. Kendisinden 4 yaş küçük kardeşi Nurullah Demir ve 18 yaşındaki kuzeni Şeyhmus Demir ile birlikte yangında can verdiler. Rezzan Yılmaz’ın da hikayesi aynıydı. O da yeni nişanlanmıştı, kardeşi Azad Yılmaz ve kuzenleri Resul Yılmaz ve Sinan Deviren ile birlikte can verdiler. Fatih Demir ile eşi Talibe Demir ise çocuklarını kurtarmaya giderken, Hasan Demir köylülerine yardıma giderken can verdi. Yücebağlılar bu yangının ne ilk ne de son yangın olmadığını biliyor. Yaşanılan acı da ilk değildi, son da olmayacak. Bu gerçekliği yaşaya yaşaya öğrendik. Ama artık bütün vicdan sahibi insanlara sormak istiyoruz; Biz susalım, siz söyleyin, ne yapalım?”
Haber: Tolga Güney\MA