Avusturyalı AB Komiseri Johannes Hahn’ın “Türkiye ve AB için yolları ayırmak ve üyelik görüşmelerini sonlandırmak, şüphesiz daha dürüst olacaktır” sözlerinden sonra, zaten limonî olan AB-Türkiye ilişkilerinin ömrü tartışılır oldu. Yeni AB üyeliklerinden sorumlu olan bir AB Komiserinin böylesine mutlak bir nokta koyması, doğal olarak kafalarda soru işaretleri oluşturuyor. Sahiden Türkiye’nin 1963’den bu yana devam eden AB macerası sona mı erecek?
Kanımızca sorunun anahtar yanıtı Hahn’ın basına az yansıyan diğer cümlelerinde yatıyor: AB üyesi ülkelerdeki toplumsal atmosfere bakıldığında, Türkiye’nin tahmin edilebilir bir sürede AB üyeliğine alınmasının gerçekçi olmadığını vurgulayan Hahn, sözlerini “yeni, stratejik bir ortaklık için çaba göstermek, iki tarafın da çıkarınadır” cümlesiyle bitirdi. Bunun ne anlama geldiğini beraberce irdeleyelim.
Önce iki temel tespitle başlamalıyız: Birincisi, Türkiye’nin AB üyeliği için gerekli olan siyasî, iktisadî ve hukukî kriterlerini formel olarak yerine getirmekten çok uzak olduğudur. Gerçi komünistler olarak AB’nin zaten emperyalist bir proje olduğunu ve AB üyeliğinin Türkiye’deki ezilen ve sömürülen sınıflara hiç bir şey kazandırmayacağını söylüyoruz. Şu an için egemen sınıflar açısından da üyeliğin getirisi bulunmamaktadır. Zaten Türkiye Avrupalı emperyalist güçlerin kolay yutamayacağı bir lokmadır.
Ama, ikincisi, Türkiye’nin AB’nden uzaklaşması söz konusu değildir. Çünkü AB, AB’nden yapılan ithalata göbeğinden bağımlı Türk ihracatının hedef coğrafyasıdır. Nisan 2018 verilerine göre Türk özel sektörüne verilen yabancı kredilerin yarıdan fazlası ve 2013-2017 arasındaki doğrudan yabancı yatırımların üçte ikisi AB orijinlidir. Ayrıca 2018 ilk çeyreğinde devlet tahvillerinin yaklaşık yüzde yetmişi Avrupalı yatırımcıların elindeydi. Yani iki taraflı bir bağımlılık söz konusudur.
AB Komiserinin açıklaması hem bu bağlamda, hem de Türk devletinin ikili, yani mesafelenme ve işbirliği stratejisine verilen yanıt olarak okunmalıdır. Türk devleti gerek AB’ye karşı, gerekse de NATO içerisinde kullandığı bu ikili stratejiyle bir üretken belirsizlik oluşturmakta ve emperyalist güçlerle olan ilişkilerinde pozisyonunu güçlendirmeye çalışmaktadır, ki Ortadoğu konjonktürü belirli bir başarı sağlamasına da yaramaktadır.
Diğer taraftan Almanya ve Fransa’nın başını çektiği AB Ortak Savunma Politikası da, Türkiye’nin AB üyeliği açısından önemli bir engel teşkil etmektedir. Türk devletinin AB Ortak Savunma Politikası’nda eşit göz hizasında kararlara katılma talebi, Almanya-Fransa ikilisi tarafından reddedilmektedir. Britanya’dan kurtuldukları bir anda ikinci bir Truva Atı istememektedirler. Ayrıca Türkiye’nin Rusya Federasyonu ve İran ile olan ilişkilerinin AB kontrolü dışında gelişmesi ve iç politikada ülke nüfusunun yarısının siyaset dışında bırakılmasının doğurabileceği riskler ile Saray’ın kapitalist rekabete doğrudan müdahale etme yatkınlığı, ilişkilerdeki sorunları derinleştirmektedir.
Böyle olunca, iki taraf da ellerinde tuttukların Şartlı rehinler (Türkiye için Kıbrıs, Ege Denizi, Suriyeli mülteciler, AB için Gümrük Birliği, İktisadî ve Malî İşbirliği, insan hakları ve demokrasi retoriği) ile, bozulması beklenmemesi gereken karşılıklı ilişkileri şekillendirmeye çalışmaktadırlar. Kaldı ki Türkiye’nin AB üyeliği ile ilgili belirsizlik iki tarafın da iç politikanın şekillendirilmesinde işlerine gelmekte, seçmenlere yönelik söylemde rahatlama yaratmaktadır. O açıdan esasta bir değişiklik olacağı beklenmemelidir. Yalnız şunu da vurgulamakta bir beis görmüyoruz: AB’den demokratikleşme için destek alacaklarını zanneden liberal tayfa şüphesiz avuçlarını yalayacaktır. Demokratikleşme ya kendi eserinizdir, ya da hiç!