M. Kemal kendi yolunu açabilmek için, işgale karşı savaşın henüz başındayken, rakipleri olarak gördüğü Ege dağlarındaki (Kıvılcımlı’nın da savaşçısı olduğu Yörük Ali çetesi dahil) işgale direnen yoksul köylü çetelerini, bu çetelerle ilişki içinde ama kendisi de ayrı savaş gücüne sahip olan Çerkez Ethem’i, Ankara’da açık siyaset yapan Halk İştirakiyun Partisi’ni farklı metotlarla saf dışı bırakmış, TKP lideri M. Suphi ve yoldaşlarını ise katletmişti.
Emperyalizme karşı mücadelede fiilen yer alan ya da yer almak isteyen bu güçler, sürecin başında, henüz Ankara’nın bile güvenliği sağlanamazken acil olarak gereken askeri güç ve toplumsal destek ihtiyacını karşılayabilmek için kabullenilmiş, ama Çerkez Ethem savaş alanlarında Halk İştirakiyun ise Meclis’te inisiyatif kazanınca ve üstelik birleşme çalışmaları da başlatınca, üstelik tam da aynı zamanlarda M. Suphi’nin de ülkeye girişi söz konusu olunca, (Savran’ın da vurgulayarak belirttiği gibi) adeta bir hücum borusu çalınıp saldırıya geçilerek yok edilmişlerdi.
Açıktır ki, bu güçler M. Kemal’in önderi olduğu eğilimin düzenlediği kongrelerle kazanmaya başladığı egemenliğine rakip konumuna gelmişlerdi ve “birleşerek” sürecin egemeni olma kapasitesi kazanabilirlerdi. İşte, düzenli ordu dışındaki halk güçlerinin işgale karşı direnişe egemen olma olasılığı sürecin yapısını değiştirecek yeni bir durumdu.
Üstelik, hatırlansın, aynı dönemde Sovyet devrimi çevresine muazzam bir enerji saçıp etki alanı yaratıyordu. Ege dağlarındaki çoğunlukla asker kaçaklarından oluşan direnişçi çeteler, Çerkez Ethem ve Halk İştirakiyun şayet Sovyetlerden gelen M. Suphi ile ortak bir zemine yerleşebilirlerse, direnişe destek veren Sovyetler için sahici bir adres olarak yüksek inisiyatif kazanabilirdi.
Osmanlı ordusunda yetişip yaşadıkları savaşlarda yetkinleşmiş güçler inisiyatif kaybetme riskiyle yüzleşiyorlardı! Bu güçler, M. Kemal’in öncülüğünde gereken tutum değişikliklerini hızla hayata geçirdi ve henüz kendisi olmaya başlayan halk güçleri inisiyatiflerini güçlendiremeden tasfiye ediliverdi.
Sonradan anlatıldığı gibi o dönemde herkesi peşinden sürükleyen bir “Tek Adam” değil, sadece öndeki lider adaylarından birisi olan M. Kemal, işgale karşı mücadele eden güçlerden kendisinin de doğrudan içinden çıkıp gelerek temsil ettiği devlet zümresi Osmanlı subaylarına/Seyfiye dayanıyordu. M. Kemal, ordunun ve temsil etmeyi hedefleyerek Amasya, Erzurum ve Sivas kongrelerinde anlaştığı zayıf Anadolu burjuvazisinin sürecin egemeni olmasını sağlamak istiyordu. Kişisel yetenekleri ve hırsları böyle bir zemine oturduğu içindir ki güç kazanabiliyordu.
M. Kemal, Sivas’tan sonra gelip yerleştiği Ankara/Çankaya’da neredeyse hiçbir güvenliği yokken özellikle Çerkez Ethem’in desteğiyle yaşamını koruyabilmişti. Padişahın gizlice örgütlediği gerici isyanların silah sesleri Çankaya’daki evinden duyulmaya başlayınca kapıldığı haklı endişeden kendisini kurtaranlara vefa borcunu, tıpkı daha sonra doğrudan kendi subay arkadaşlarıyla ilişkisinde olduğu gibi, yeterli gücü kazanınca rakip olarak görüp tasfiye ederek ödedi!
Vefa, onun için sadece İstanbul’da bir semtin adıydı, bir de gidip leblebi yiyerek içtiği semtteki bozacı dükkanının ismi! İsteyenler hala duran bu dükkana gidip bozayı içişinin fotoğrafını ve içtiği bardağı görebilir!
O, militan bir sınıf savaşçısıydı, kendi zümresinin ve Anadolu burjuvazisinin çıkarlarını olağanüstü hassaslık ve yoğunlukla gözü kara savunuyordu.
Tarihsel bir iç çatışma
Tasfiye edilenlerin temsilcisi olduğu toplumsal güçler ise, Anadolu’nun yoksul köylüleri ve henüz sanayinin zayıf da olsa geliştiği şehirlerdeki işçi sınıfıydı. Dolayısıyla, yaşananlar basit bir iç gerilim ya da kariyer çekişmesi değil, işgale karşı direnişin yapısına kimin/hangi toplumsal güçlerin önderlik edeceği ve sürece kimin damgasını vuracağı zemininde yaşanan tarihsel bir iç çatışmaydı.
Sonuçta, M. Kemal’in temsilcisi olduğu güçler halkın siyasal ve askeri temsilcilerini tasfiye etmeyi başararak işgale karşı savaşa halkın katılımını engellemiş oldu. Bağlı olarak Cumhuriyet’in halkçı-demokratik bir nitelik kazanması olasılığı yok edilip halksız bir burjuva devrimi zeminine yerleşilmiş, sonuçta kaçınılmaz olarak o devrim de yarım kalmış, “altı şalvar üstü smokin” despotik bir burjuva devleti kurulmuştur.
Üstelik, “halksızlık” gerçeği hem savaş boyunca hem de Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde M. Kemal’in öncüsü olduğu eğilimin toplumsal alanda “yalnız” kalarak yeterli toplumsal meşruiyet üretememesi gerçeğini doğurdu. Bu gerçekliğin zorlamasıyla ve iktidarda kalabilmek için yeterli güç dengesini kurabilmek hedefiyle Anadolu coğrafyasının binlerce yıllık egemeni “antika” sermaye güçleri tefeci-bezirganlar iktidara ortak edildi.
Bu ortaklık, M. Kemal’in çok önemsediği modernleşme hamlelerinin en büyük düşmanı gericilerin adeta “buyrun efendim, fırsatını bulursanız yıkabilirsiniz” denilerek iktidarın zirvesine davet edilmesi anlamına geliyordu.
İşte, geçtiğimiz yıllarda Erdoğan’ın büyük bir hınçla yaptığı “yıkma” işinin tarihsel kökeni belirttiğimiz halk düşmanı tasfiyede ve yaptığı zavallı “davette” aranmalıdır. Erdoğan’ın başardığı Kemalist Cumhuriyeti tasfiye sürecinin önemli bir ivmesi böylesi bir tarihsel kökenden veriliyor.
Elbette bütün “suçu” M. Kemal’e atacak değiliz, öncülerimiz olan halkçı-demokrat ya da komünist güçler de sürecin böyle bir zemine yerleşmesine yaptıkları ciddi hatalarla ön açtılar. Harp okulunda strateji-taktik eğitimi alan ve fiilen yer aldığı savaşlarda da savaş gerçeğinde yoğunlaşan M. Kemal ve kendisi gibi subaylardan oluşan önderlik ekibinin kurnazca hesapları karşısında oldukça amatörce, iyi niyetlerle hareket eden ve gevşek davranan halk önderleri yenildiler. Egemen güç olarak iktidarlaşma isteği, rakiplerine yönelik gerilimle yüklenme ve savaş gerçekliğini kabul edip ayrıntılarına dek yoğunlaşarak pratikleştirme kapasitesi M. Kemal ve ekibinde daha güçlüydü.
Sözgelimi, M. Kemal kendisini çok korkutan Çerkez Ethem-Halk İştirakiyun birleşme görüşmelerine (Kıvılcımlı’dan aktarıyorum) ajan sokacak kadar yoğun hırsla doluyken; M. Suphi’nin sadece kendilerine verilen söze güvenerek, Ankara’da hiçbir istihbarat çalışması yapmadan, önderliğe yönelik hiçbir koruma tedbiri almadan ve üstelik bütün maddi kaynaklarını da yanında getirerek Anadolu’ya öylesine girmesi ve Ankara’ya kadar gidebileceğini sanması ne kadar farklı iki tutumdur.
M. Suphi, bilinçli bir komünist olarak Paris Komünü’nün liderliğinden politik olarak üstün bir konumdadır, ama pratiği (Kıvılcımlı’nın vurguladığı gibi) Paris komünarlarına ne kadar benziyor değil mi?
Hemen vurgulamalıyız ki, şayet M. Kemal’in halkçı güçleri tasfiye girişimi başarısız olsaydı, ki asla imkansız değildi, öylesi bir durumda sürecin içinde şu ya da bu oranda halkçı- demokratik bir içerik ve pratik güç alanı da olacaktı. Ve bu alandan gelen halkçı-demokratik basınç kapsamlı bir toprak reformunu ve Kürtler konusunda demokratik bir ortaklaşmayı da belirleyerek, gericiliğin Anadolu’daki köklerinin tümüyle temizlenmesini sağlayacaktı. Olup bitenlerin aktif katılımcısı olan yoksul köylüler ve işçiler sürecin savaştan sonra Cumhuriyet biçimine sıçramasına da halkın aktif katılımını sağlayacak, sözgelimi “laiklik” gibi modernleşme hamleleri de tepeden dayatmayla değil halkın aktif katılımıyla bu topraklara sökülemeyecek derinlikte kök salacaktı.
Mesela, M. Suphi’nin bir ön istihbarat çalışmasıyla Ankara’daki hassas dengeleri öğrenmesi, Çerkez Ethem – Halk İştirakiyun görüşmelerini bir yolunu bularak izleyip uygun müdahalede bulunması, kendisi ve bir grup önderi ve maddi imkanları korunaklı bir alana yerleştirmesi ve daha önce yayın gönderdiği Odessa üzerinden Anadolu ile irtibat kurarak hareketin sürekliliğini sağlaması durumunda her şeyin nasıl farklılaşacağı açık değil mi?
Sadece halkçı-sol güçler değil, M. Kemal, sürecin başında örtülü ittifak yaptığı İttihatçı güçlerle kökleri geçmişe dayanan anlaşmazlıklarını da hiç unutmadı, sürekli olarak bu güçleri dışlamaya çalıştı ve fırsatını yakaladığı zaman da toplu idamlarla tasfiye etti.
Bu noktada süreç zamana yayılarak aktı: Bakü’den ilişkilendiği Anadolu’ya geçip hiç sevmediği M. Kemal’i tasfiye ederek yeniden lider olma hayalleri kuran Enver Paşa, Sakarya savaşındaki komutanlığından sonra M. Kemal’e karşı inisiyatif kazanamayacağını anlayıp fethine pek meraklı olduğu Kafkasya coğrafyasına yönelerek kendisini harcadı. Enver Paşa’nın iyi bilinen eğilimleriyle davranıp kendisini adeta bile isteye öldürmesiyle, M. Kemal, İttihatçıların genellikle haklı olarak hep eleştirdiği “maceracı” hevesleriyle hesaplaşmış oluyordu.
Daha sonra sürece yayılarak kendisine biat etmeyen bütün İttihatçı önderlerle hesaplaştı. Hatta, savaş süreci boyunca İstanbul’dan Anadolu’ya akan silah ve iaşe ağlarını büyük oranda örgütleyen İttihatçı eski İaşe Bakanı Kara Kemal’i bile, önce biat dayatması yapıp kabul etmeyince o meşhur “suikast” davası sonrasındaki “temizlik” sırasında bir bahane bulup katlettirmesi, M. Kemal’in tarzını kavramak açısından oldukça açıklayıcıdır.
O sırada zaten neredeyse bütün eski İttihatçı liderler, içlerinden birkaç maceracının örgütlediği “İzmir suikasti” bahane edilerek idam edilmişti. Oysa, Zürcher’in yorumuna göre, İstanbul’dan Padişah emriyle çıkıp özel korumayla Samsun’a gitmesini de İttihatçılar sağlamıştı.
Hatta öyle oldu ki, işgale karşı savaş iradesini M. Kemal’den önce gösteren, gidip yerleştiği Erzurum yöresinde hazırlık yaptığı için M. Kemal’i Samsun’a çıkışında himaye eden ve kongrelerin örgütlenip güvenliğinin sağlanmasında neredeyse belirleyici olan K. Karabekir Paşa bile neredeyse idam edilecekti; Ordudan gelecek tepkilerden korkarak ve en yakınındaki İsmet Paşa’yı bile ikna edememesi üzerine idamdan vazgeçildi.
Eski İttihatçılarla anlaşmazlık, sadece kişisel gerilim değildi; İttihatçılar yönünden M. Kemal’in “Tek Adam” dayatması, M. Kemal yönünden İttihatçılarla yaşadığı padişahlık ve halifeliğin tasfiyesi hatta cumhuriyetin ilanına dek uzanan geniş bir alandaki anlaşmazlıklar vardı.
M. Kemal yalnızdı, yalnızlığını bile isteye yaptığı fiili tasfiyelerle kendisi inşa etmişti ve böyle davranarak kendi yolunu devlet terörüyle açmaktan başka bir imkanının kalmamasını da belirlemişti.
Reformları hatta öyle yapıldığı gibi yarım yamalak ya da yüzeysel biçimlere takılarak değil toprak reformu dahil sonuna dek götürebilecek halkçı-demokrat güçler zaten sürecin başında gene M. Kemal tarafından tasfiye edilmişti. Bu durumda, en haklı reformlar, hatta cumhuriyetin kendisi bile toplumsal meşruiyet üretmekte zorlanıyordu. Kurulan iki muhalif parti, hızla güç kazanarak normal bir seçimde CHP’ye karşı kazanacakları toplumsal güce sıçrayıveriyorlardı.
Tabii ki, normal bir seçim hiç olmadı. Hepsi Ankara’dan atanan valilerin aynı zamanda CHP il başkanı da olduğu bir özel oligarşik-totaliter düzen kuruldu. Göstermelik seçimler ise, bu boğucu oligarşik düzenin asma yaprağı olmaktan öte gidemedi.
Geçerken, şimdi AKP’yi benzer uygulamaları üzerinden eleştiren Kemalistlere bir selam verelim: Beyler bayanlar, “O yarimin eski huyudur!” ve Osmanlı’dan alınarak kahramanınız M. Kemal tarafından devletin genetiğine, derinliğine yerleştirilmiştir. Ancak ve sadece halkın zoruyla o genetik değiştirilebilir. M. Kemal’in terörüne binbir bahane üretenler devletin şimdiki egemeni Erdoğan’ın terörüyle yüzleşince şikayet ederken içine düştükleri traji-komik durumu fark etmiyorlar mı?
Neden yazdım bunları?
Osmanlı devletinin yetiştirdiği bir subay olan M. Kemal’in kendisini yetiştiren devletin despotik kodlarını iliklerine dek nasıl taşıdığını görürsek ve Osmanlı devletinin neredeyse 100 yıl süren çökme sürecine son tekmeyi vurarak kurulmasına öncülük yaptığı Ordu merkezli yeni Cumhuriyet’te daha başlangıçtan itibaren oligarşik-totaliter yapıyı nasıl fiilen inşa ettiğini kavrayabilirsek günümüzdeki gelişmelere daha hassas yaklaşabiliriz.
Osmanlı’nın ruhu
Osmanlı sadece çökmemiş ya da aşılmamıştır.
Evet, çökmüş ve M. Kemal’in tekmesiyle tarihin çöplüğüne gönderilerek aşılmıştır, ama aynı zamanda Osmanlı’nın “ruhu” malum tarihsel tekmeyi atan M.Kemal’in öncülüğünde Padişahın yerini Ordu’nun aldığı bir biçimde sürdürülüp, devam ettirilmiştir. Süreklilik, kopuş-süreksizlik ve yeninin inşası iç içedir. Cumhuriyetin kuruluş sürecini ve kazandığı yapıyı, içinden çıkıp geldiği Osmanlı’dan çokça söylendiği gibi sadece kopuşmayıp aynı zamanda devamlılık da taşıdığını görerek, süreklilikle kopuş ve süreksizliğin bir aradalığı içinde kavramalıyız.
Ancak, hep eleştirdiğimiz M. Kemal’in hakkını da vermeliyiz.
Kapitalizmin gelişimine engel olan Osmanlı düzeninin çöküş sürecine, M. Kemal, kapitalizmin gelişmesinin ve bağlı olarak sınıfların oluşup güçlenmesinin önünü açan bir ulus devlet ve cumhuriyet düzenini dayatmış, hedefine de ulaşmıştır. Bu, ilerici bir yönelimdir ve kurulan yeni devlet artık sınıf savaşının alanıdır.
Öte yandan, M. Kemal, Cumhuriyet’tir ve CHP’dir!
CHP de, öyle herhangi bir parti değil, M. Kemal’in partisidir ve Kemalist Cumhuriyet’in kurucu partisidir. Kuruluş sürecinde devletin inisiyatifi belirleyicidir ve CHP devletin toplumun içine uzanan sivil örgütlenmesi olarak kendisini var etmiştir.
CHP ve Cumhuriyetin inşası iç içedir. Hedef: Ülkede kapitalist ilişkilerin hakim olması için uygun hamleleri/reformları yapmak, toplumsal dönüşümleri sağlamak, hedeflenen bir ulus yaratmaktı ve despotik yöntemlerle bolca kan dökülerek, halkın aktif katılımıyla değil halksız olarak ve eksiği ve gediğiyle de olsa hedefe ulaşılmıştır.
DEVAM EDECEK: Yeni Cumhuriyet! Yeni CHP!