30 Haziran gecesi, daha önce başka yerlerde benzeri yaşanan ve cezasız bırakılan ırkçı saldırıların bir yenisi Kayseri’de yaşandı. Kayseri Danişment Gazi Mahallesi’nde 6 yaşında bir çocuğun Suriyeli bir erkek tarafından cinsel istismara uğradığı haberi üzerine sokağa çıkan gruplar, mülteci karşıtı ve ırkçı sloganlar eşliğinde, gece boyunca mültecilere ait evleri ateşe verdi, araçları yaktı, dükkanlara ve mallara zarar verdi.
Polis, Kayseri’deki ırkçı kalabalığı durdurmak için şöyle seslendi: “Tepkinizi gösterdiniz. Sizi anladık, mesajınızı aldık. Bundan sonraki yapacağınız her türlü hareket sizinle ilgili konulara dönecek. Buradaki mağdur şahıs Türk değil.”
Polis bu seslenişi ile ırkçı saldırıyı “tepki”, ırkçı söylemleri “mesaj” olarak tanımladı. Hem zaten cinsel istismara maruz bırakıldığı söylenen 6 yaşındaki çocuk da Türk değildi. Yani Suriyeli bir çocuğun cinsel şiddete uğramasında çok da sorun yoktu!
Kayseri’de yaşananlar, Erdoğan-Esad yakınlaşmasına dair “zaman ayarlı bir provokasyon” mudur bilemeyiz ama bildiğimiz pek çok şey var. Neler mi?
2011 yılından bu yana iç ve dış politikada göçmenlerin araçsallaştırılması, mülteci olmayanların maruz kaldığı hak kayıplarını, yoksulluğu, işsizliği, eğitime erişememeyi, yüksek kiraları ve daha nicesini mültecilere bağlayan, asılsız bilgilerin dolaşımının engellenememesi, hatta kasten yayılması…
Göçmenlerin insan hakları temelli sosyal destek ve hukuki korumadan mahrum bırakılması, Türkiye’ye yapılan büyük miktarlardaki uluslararası yardımın şeffaf bir şekilde toplumla paylaşılmaması ve zaten bu yardımların insan hakları temelli, bir arada yaşam ilkesi temelinde harcanmaması…
Bazı yerel yönetimlerin ırkçı uygulamalarına ses çıkarılmaması, mülteciler için hukuksuz, güvencesiz, şiddete maruz kalma riski yüksek bir ortamın yaratılması ve bunun sonucunda en kolay sömürülebilecek hale gelen mülteci emeği üzerinde iştahı kabaran patronların hiç ama hiç görünmezliği, konu bile edilmezliği…
Pek çok şey daha ekleyebiliriz elbette bu bildiklerimize. Ama bildiğimiz bir şey daha var: Irkçı saldırılar, nefret suçları sadece doğrudan maruz bırakılan kişileri ve onların içinde bulunduğu grupları değil, toplumun tamamını etkiler. Eğer göçmenlere yönelik ırkçı saldırılar, söylemler engellenmezse, bu ırkçı saldırılar bir başka zaman; size Kürt olduğunuz ve/ya da Alevi olduğunuz ve/ya da LGBTİ+ olduğunuz ve/ya da yaşlı olduğunuz ve/ya da engelli olduğunuz ve/ya da onlara benzemeyen herhangi bir şey olduğunuz için birden, aniden size yönelebilir.
Peki diyelim ki bir sonraki ırkçı saldırının hedefi olabilecek grupta değilseniz, o zaman da bu ırkçı saldırılar, en azından size benzemeyenlerle bir arada barış içerisinde yaşamanın yaratacağı mümkünler dünyasını elinizden alır. Sizi şiddetin tanığı ve/ya da tanık olduğunuz şiddeti durdurmaya çaba göstermeyen birisi haline getirir ki bu aslında sadece sizin değil hepimizin haysiyetini zedeler.
Umarım ki, temelde düşündüğünden “utanma” duygusuyla söylemek zorunda hissedilen “ben ırkçı değilim ama…” ile başlayan ancak tam da ırkçılık olan ve bu saldırıları körükleyen cümlelere karşı uyanık olmak ve bu cümlelere karşı başka cümleler kurmak, bu sesi büyütmek zorundayız.
Kayseri’de polisin görevi elbette bu ırkçı saldırgan grubu durdurmaktı. Ama bunu yapmaya çalışırken 6 yaşında, cinsel şiddete uğradığı için sokağa çıktığını bahane eden ırkçılara “bu çocuk zaten Türk değil” demek, bu saldırıların devam etmesine, büyümesine salık vermek anlamına geliyordu.
Nitekim öyle oldu…
30 Haziran günü başlayan saldırılar ne yazık ki devam etti. Kayseri’de başlayan ve çeşitli illere yayılan Suriyelilere yönelik ırkçı saldırılarda, Antalya’nın Serik ilçesinde 17 yaşındaki Ahmet Handan El Naif isimli Suriyeli mülteci işçi çocuk sokak arasında öldürüldü. Artı Gerçek’te yayımlanan habere göre; “Ahmet Handan El Naif, Kökez Mahallesi’nde öğle saatlerinde sokakta yürürken, önü iki motosikletten inen üç kişi tarafından kesildi. Motosikletten inen bir kişi tarafından dövülen ve bıçaklanan Ahmet Handan El Naif yaşamını kaybetti.” Bu yaşam hakkı ihlalinin faili sadece o üç kişi mi gerçekten?
30 Haziran günü yaşananlardan sonra pek çok örgüt çeşitli açıklamalar yaptı. Bu açıklamalarda; 2014, 2016 ve 2019’da mültecilere yönelik gerçekleşen linç dalgalarını düşününce, dördüncü büyük linç dalgasından endişe duyulduğu belirtildi. Acil olarak; saldırıları yapanların cezalandırılması, saldırılar sırasında ev, işyeri ve araçlarda meydana gelen maddi zararların tazmin edilmesi gibi…
Bunlar evet, devletin insan hakları bakımından zaten yükümlülüğü… Peki biz? Bizler ne yapacağız?
Hızla ırkçı, ayrımcı algımızla yüzleşmeye başlamak ama bundan kurtulmayı bile beklemeden, amasız fakatsız her bir göçmenin hak ve özgürlüklerini savunacağız. Buna da en yakınımızdan; belki hiç kapısını çalmadığımız, tanışmadığımız mülteci komşularımızdan, iş arkadaşlarımızdan, hayatta kalmaya çalışan mülteci çocuklardan, gençlerden başlayabiliriz. Onlara bu saldırılara karşı olduğumuzu söyleyebilir, özellikle ihtiyaçları olduğunda yanlarında olacağımızı belirtebiliriz.