Osmanlı’dan bu yana Kürtlerin yok sayılmalarına ve inkar edilmelerine karşı yaptıkları her hak mücadelelerinde devlet aklının ilk olarak tarihsel hamleleri olan; para, makam-mevki gibi rüşvetle veya yalan vaatlerle, hilelerle Kürtleri içerden boşa düşürmek olmuştur.
1830’de Mir Muhammed başkaldırısında dönemin tanınan melelerinden Hati’yi devreye sokarak, ‘her kim halifenin ordusuyla savaşırsa kafirdir’ fetvasını çıkarır. Bu fetva üzerine Kürtlerin büyük bir kısmı başkaldırıyı bırakır ve Mir Muhammed ordusu yenilir. Osmanlı İmparatorluğu Mir Muhammed ile anlaşmasına rağmen Mir Muhammed’i öldürtür. Çünkü ‘bextê Romê tine bû.’
1848’de Bedirxanlıların başkaldırısında Osmanlılar, Bedirxanlılar içerisinde Yezdan Şer’e ulaşır ve ona rüşvet ve sınırsız yetki vaadinde bulunarak ‘Seni Botan beyi yapacağız’ derler. Bunun üzerine Yezdan Şer savaşmayı bırakır, Bedirxanlıların ordusu zaafa uğrar ve yenilir. Fakat işi biten Osmanlı İmparatorluğu Yezdan Şer’i Botan beyliğinden uzaklaştırır. Buna isyan eden Yezdan Şer’i Osmanlı onunla anlaşmak üzere saraya çağırır ve tuzağa düşürerek öldürtür.
1880’de Şeyh Ubeydullah başkaldırısı hem Osmanlı topraklarını hem de İran topraklarını etkilemektedir. Şeyh Ubeydullah başkaldırısı batılıların çıkarlarına ters olması nedeniyle batılı devletler Osmanlı’ya her türlü desteği verirler ve Şeyh Ubeydullah başkaldırısını bastırırlar. Ama bu başkaldırıda hileye İran devleti başvurmuştur. Anlaşmak üzere Kürt önderlerinden Hamza Bey ve adamlarını çağırırlar ve tuzağa düşürerek öldürtürler.
1890’da kurulan ve 1891’de fiilen faaliyete başlanan Hamidiye Alayları uygulamasında, Abdulhamid yeni bir aşamaya geçiyordu. Bu uygulama ile bir yandan Kürt beylerinin bir kısmını ekonomi, makam ve mevki ile yanlarına çekmek ve bu beylerin eliyle başkaldıran Kürtleri, bölgedeki Ermeni ve Süryanilerin katledilmesinde kullanmış. Bir yandan da bu ailelerin çocuklarını Hamidiye Aşiret Mektepleri’nde okutarak asimilasyonlarını sağlamayı amaçlamıştır.
1925 Şeyh Sait başkaldırısında bu sefer İttihatçı-Türkçü devletin vaatlerine kapılan kişi Kasım Ataç’tır. Kasım Ataç Hamidiye Aşiret Mektebi’nin ilk mezunlarından, Şeyh Sait’in bacanağı ve Cibranlı Halit Bey’in eniştesidir. İhanetin karşılığında devletten beklediği mükâfatı görmemiş, hükümet Kasım Ataç’a yüz vermemişti. Kürt halkı da Kasım Ataç’ın ihanetini hiçbir zaman unutmayacaktı. Şeyh Sait, Kasım Ataç için ‘Kasım hükümetin sadık adamı, bizim hainimizdi’ diyecekti.
1938 Dersim Harekatı’nda bu sefer işbirlikçi Rayber çıkıyor sahneye. Rayber hem Koçgiri başkaldırısının lideri olan Alişer ve Zarife’yi katlederek hem de Seyit Rıza’yı yakalayarak halkına ihanet etmiş, hükümete sadık kalmıştır. Bu nedenle Dersimliler Rayber ve onun zihniyetinde olanlar için ‘Rayber’in sofrası haramdır, Rayber’in sofrasına oturulmaz’ der ve ‘Rayberlerle’ dostluk etmezler.
İttihatçı, Türkçü, tekçi devlet aklı tarihsel hilelerini ve vaatlerini sürdürmeye devam ediyor. 1985’ten bu yana Geçici Köy Korucusu adı altında; vaatlerle, hilelerle ya da zorla Kürtlerin eline silah veriyor. Silah alanların bir kısmı Kürt’e karşı savaşmakta önde olmayı kahramanlık(!) saydı, köylülerine zülüm etti, bir kısmı da mecburiyetten silah aldı ama halkına ihanet etmenin yükünün ağırlığını kaldıramayıp silahlarını bıraktı ve yurtlarını terk ettiler. Korucuların bir kısmının kendini efendisine ispatlamak için Kürtlere saldırması nedeniyle Kürtler arasında ‘korucular’ ‘cehş’ diye tanımlanır. ‘Cehş’ kavramı Kürtçe bir kavram olup, gerçek anlamıyla ‘eşek sıpası’, mecazi anlamıyla da ‘hain, halkına ihanet eden’ anlamlarına gelmektedir.
90’lı yıllara kadar halkına ihanet edenlerde az da olsa utanma olurdu. İhanetleri genellikle gizli yaparlardı. İhanetlerinin sonlarında çok güvendikleri hükümetler onları yollarda bırakırlardı. Sonunda halkına dönüş yapmak isterler ancak halk onların ihanetlerini unutmaz ve onlara sırtını dönerlerdi. Ancak 90’lı yıllardan bu yana halkına ihanet edenlerde; utanmazlık ve pişkinlik özellikleri ortaya çıktı. Halkına ihanet ettikçe, halkına zulüm ettikçe kendini efendisine ispatlamış olarak gözüktü.
Son zamanlarda da ‘koruculuk’ uygulaması siyasi alanda ortaya çıkmaya başladı. Bazen Ankara’daki mecliste, bazen Kürdistan’da etraflarında onlarca asker, polis ve korumalarla, bazen de yandaş tv programlarında çıktılar meydana. Kendi kişisel çıkarları, makam ve mevkileri için Kürtleri yok sayan tekçi, Türkçü ve Turancı partilerde; Kürtlerin seçme seçilme hakkını yok sayıp kayyumlar atayan, Kürtlerin ekseriyetinin kendisini irade olarak gördüğü sayın Öcalan üzerindeki mutlak tecridi uygulayan, Kürtlerin ana dilde eğitimi hakkını yok sayan zihniyetler adına Kürtlerin siyasi temsilcilerine saldırma cesaretini ve aymazlığını göstermektedirler.
Siyasi koruculuğa özenen şahsiyetleri Kürt halkı iyi tanıyor. Onların da Kürt halkını iyi tanıdıklarını biliyoruz. Lakin hepsi öncelikle Kürt halkının sofrasına oturmak istediler. Ancak Kürt halkının sofrası eşitlik, adalet ve mücadeleden oluşan helal lokma bunlara az geldi, yürekleri yetmedi. O nedenle Kürtleri inkar edenlerin sofralarına geçtiler. Ama bunlar makam mevki ve maddi rüşvetler için halkını yolda bırakan Yezdan Şerleri, Kasım Ataçları, Rayberleri unutmasınlar.
Kürt halkı kendisine ihanet edenlerin sofrasına oturmadığı gibi gönül kapılarını açmayacaktır. Bu nedenle başta ‘siyasi korucular’ olmak üzere yaşamın bütün alanlarında ‘koruculuğa’ özenenlere söylüyoruz; ‘bextê Romê tine’ devletin sofrasına oturmayın, hükümetin sofrasına oturmayın, zalimin sofrasına oturmayın; gelin halkınızın sofrasına oturun ve halkınızın onurlu mücadelesine güç verin.
Gelin Kürtlerin kendi kendini yönetme iradesinin gasp edilmesi olan kayyumlara karşı sesinizi yükseltin, gelin Kürt dilinin kamusal alanda ve anayasal bağlamda statü kazanmasına katkıda bulunun, gelin Kürtçe ile ana dilde eğitim mücadelesini büyütün, Şeyh Said’in, Seyit Rıza’nın, Said-i Kürdi’nin mezar yerlerinin bulunması için hükümetten hesap sorun.
Yoksa siz 29 Haziran 1925’te Şeyh Said’in idam edilmesiyle, 29 Haziran 1999’da Sayın Öcalan’a idam cezasının verilmesini tesadüf olarak mı görüyorsunuz; Şeyh Said’in mezarının Kürt halkından saklanması ile Sayın Öcalan üzerindeki mutlak tecridi birbirinden bağımsız olarak mı okuyorsunuz?